Sunday, July 8, 2012

isvicre, isvicre olalii

azicik nostalji yapiyoruz ve tam 3 yil önce dün ve bugün (günü gününe), neler düsünmüs, neler yazmisim doydugum yerle ilgili, hep birlikte göz atiyoruz:

7 TEMMUZ 2009:




itvitre©

bir kac ay önce.
basel’deki bir ya da ikinci ayim. yine böyle bir aksam. yine televizyon acik.
aslinda televizyon cocuklugumdan beri acik. ilkokula giderken kucagimda yastik, yastigin uzerinde kenarlari kalkmis kareli harita metodum bir yandan ödev yapip bir yandan dallas seyrederdim; bi keresinde lucy’nin askili elbisesi düsmüstü de „memisleri göründü mü görünmedi mi“ diye olay olmustu. en azindan benim icin.
o zaman kis ama, kapi pencere kapali, simdiki gibi once 32 derecede yakip sonra sakir sakir yagmurda serinletmiyor; sabit 0 derece; „buz“ gibi. tek kisilik yatak + minimum yasamsal manevraya izin veren büyüklükteki otel odamda esyalarimi topluyorum, yarin yine istanbul’a ucucam, ucak vaktinde varirsa, yol da acik olursa dana’m uyumadan eve varicam ve o’na masal anlaticam. söyle dialekt olmayan bi almanca kanal bulsam da o söylese ben dinlesem, o anlatsa ben toplansam. ahan da sf2’de hayvanli bir haber program, bu kalsin ben isime bakayim. hem de kaplan konulu.
daha yeni ögrenmisim afrika’da kaplan yasamadigini, kaplanlarin asya’da yasadigini. leyla gencer’in öldügünü duydugumdaki kadar sasirmistim. cünkü ben leyla gencer’i already ölü biliyordum. cünkü diyordum, adina ödüller veriliyor, geceler düzenleniyor ama o ödül vermeye gelmiyor; demek ki ölmüs olmali. oha be kardesim, harbiden oha. ama ne yapayim öyle iste. bundan 4 ay öncesine kadar benim icin kaplanlar afrika’da da yasiyorlardi, leyla gencer de coktaan ölmüstü.
gercek bir adi vardi erkek olaninin ama simdi hatirlayamadigimdan ben romeo diyecegim. zürih hayvanat bahcesinde yasarmis, mutsuzmus. nesesi yerine gelsin, havasini bulsun diye pilsen hayvanat bahcesinden jülyet’i (tahmin edildigi gibi, onun da gercek ismini hatirlamiyorum) getirmisler;
bilindigi gibi pilsen cek cumhuriyetinde bir sehir. adindan anlasilabilecegi gibi de pilsen tipi biranin cikis yeri. 96’da birilerinden kisibasina bira tuketim rakaminin en yuksek oldugu ülkenin cek cumhuriyeti oldugunu duymustum. amacim bir gun oraya gidip, agzimi meydandaki bira cesmesine dayayip kana kana bira icmek. --> benim notum: 2010 ilkbaharinda gittim prag'a, ama bira cesmesi filan yoktu. hah hah hahhh.
romeo’nun yarisindan biraz büyükce, görece citir bir kaplan bacimiz.
kirlileri katladim, alt tarafin dogru sikistirdim. aman neyse hediyeler falan guzelce sigdilar bavula da yanima alabilecegim, bir de istanbul’da onu bekleyerek vakit kaybetmeyecegim.

e dogru tabii, ne olur ne olmaz diye romeo ve jülyet’i bir süre birbirine komsu ama tel örgü ile ayrilmis bir sekilde birbirlerine alistirmislar, ki ne de olsa vahsi dogalari geregi birbirlerine zarar vermesinler. gercekten de alismis görünüyorlar, yanyana yürüyorlar, birbirlerini kokluyorlar, dis gösteriyorlar vs. yani gercek bulusmaya hazirlar. e hadi o zaman kaldiralim tel örgüyü gönüller bir olsun. romeo artik abazanligindan mi yoksa vahsi dogasi geregi mi bilinmez biraz saldirgan. ama tel örgüyü düsünen, buna da bir kontrol mekanizmasi kurmustur. ki spiker de bundan bahsediyo. ama bu arada romeo jülyet’i isiriyor, eziyor, penceliyor, tekrar isiriyor, ilerdeki su birikintisine götürüyor. suya sokup üstüne cikiyor, isiriyor, penceliyor. hala kontrol mekanizmasi devreye girmis degil. hala sogukkanli ve „b plansiz“ isvicre’liler olayi seyrediyorlar. romeo tam gaz. sanki zürih’de degil de asya’da balta girmemis ormanlarda rakibini alt etmeye calisiyor. lan bayana öyle mi davranilir daha demincek koklasan sen degil miydin? diye düsünüyorum, bir yandan da yeter artik uyusturucu tüfekle vursunlar sunu da jülyet’cik bi rahatlasin, kurtulsun diyorum icimden. o esnada, benden farklari olayi televizyondan degil de yerinden izlemek olan hayvanat bahcesi görevlileri, hayvan uzmanlari, hayvan psikologlari, hayvan herseyleri arasinda bir hareketlenme oluyor. tamam iste tüfek cikacak, mertlik bozulsa da zavalli jülyetcik kurtulacak diye seviniyorum. e o ne peki? bahce hortumundan hallice bir sey ile su sikiyorlar birbirine girmis hayvanlara. romeo söyle bi kafayi kaldiriyo „n’oluyo a.k. yine mi yagmur yagiyo?“ tadinda bakiyor, jülyeti tacize devam ediyor suyun icinde. neyse bir süre daha böyle devam ediyor „liebesspiel“imiz ve bir sekilde romeo yoluna gidiyor, jülyetcik sirilsiklam, bitkin uzaklasiyor ortamdan. tam kalkip disimi fircalayacagim, ekrana ciddiliginde gram degisiklik olmayan uzmanimiz geliyor. ekranin sag üst kisminda kafasi, eller göbekte birlesmis, sol alt tarafta normal karakterlerle adi, hemen altinda da italic karakterlerle unvani yaziyor. ve uzmanimiz „cigerine kacan sulardan dolayi jülyet’i bir süre sonra kaybettik“ gibisinden bir seyler diyor, haber program baska bir konuya geciyor. e oldu mu simdi? ne dediniz simdi pilsen’deki arkadaslara. nereden bulacaklar simdi yeni bir kaplani (tabii ki afrika’dan degil!)? gerci tahminim onlar da sasirmamis ve tevekkülle karsilamislardir ama ben cok üzüldüm jülyet’e. gitti güzelim kaplan basiretsiz isvicre’liler yüzünden. olayimiz hakkinda biraz daha detay ve gercek isimler icin: http://www.20min.ch/tools/suchen/story/28628797

anlasilan ben buralari anlaticam biraz daha.
eeee bülbülü altin kafese koymuslar „alismadik g.tte don durmaz“ demis.

bis dann.

© itvitre kelimesinin fikir anasi fütun’a saygilarimlan


8 TEMMUZ 2009

burda her sey böyle galiba, gülüm
ne soguk, ne sicak,
ne serin, ne ilik


maslak sanayi’de hemsin (sofrasi) denen mekandaydim.
burasini sevmemin pekcok sebebi var. benim gibi ortanin üstü sinif calisanlar, cokuluslu bankalarin istanbul hq’daki yöneticileri, ntv’nin spikerleri, sanayideki kaportaci usta, o ustanin arabasini tamir ettigi mafya kilikli, siyah gözlüklü abiler birbirlerine dokunmadan, garsonlarla sakalasarak, büyük bir uyum icinde yerler yemeklerini, bu esitlik bana camideymisiz hissini verir niyeyse; hani orada da herkes aynidir ya allah katinda. o hesap…. bir de gördügüm en medeni hesap süreci burada calisir. önce gider yemekleri görürsünüz, gerekirse ascidan aciklamalari alirsiniz, yerinize oturur siparisinizi verirsiniz, en sonunda da kalkip kasaya gider ne yediginizi bir bir siralar, beyaz paket kagidinin üzerinde, sizden öncekilerin yaninda hesaplanmis olan borcunuzu öder cikarsiniz. tamamen sizin beyaninizdir hesabiniz, vicdaniniza ve hafizaniza birakilmistir. o kadar esnek kullanilir ki bu sürec, baktiniz cok kuyruk var ama vaktiniz az, bir daha ki gelisinizde ödemek üzere o gün pas gecersiniz hesap ödemeyi, kimse de pesinize düsmez "hayirdir kardes, hesap??" diye.
cok uzun bir süredir gidememis olmanin verdigi heyecan da vardi icimde, hayalini kurdugum kuru-pilav-ciger uclusunun tadi da damagimda. malum eskiden günlük, siradan olan seyler artik son zerresine kadar damitilmasi gereken aktivitelere dönüsüyorlar yurtdisinda yasayinca.
yukaridaki menümü cacik ile tacladirmis, dünyada benden daha mutlu biri olabilecegini düsünmezken gozum karsi masadaki sepetten bana bakan „köse ekmek“e takildi.
kücüklügümden beri ekmeklerin bu baslangic ve bitis noktalarina ayri bir zaafiyetim vardir; öyle ki ekmegin ucunu kesip icine peynir-domates-biber konarak yaptigimiz sandvicin adi „köse“dir bizim aile literatüründe. bir keresinde halamin gelinine „bana köse yapar misin?“ diye sormustum, o da bana uzun süre bos, anlamak isteyen gözlerle bakmisti. olsun, o da ögrendi ama sonunda.
garsondan sepeti isterken hic gerek yokken “canim köse yemek istedi de” gibi bir aciklama yapiverdim. yapmamla birlikte “abi seviyorsan ben sana getireyim daha ” dedi ve 6 adet ekmek kösesi ile geri geldi. 3ünü yedim ve artik daha mutluydum.
ofise döndügümde isvicre ekibiyle paylastim bu olayi ve gole cevireceklerinden emin oldugum pasi verdim: yukarida bahsettiklerimin basel’de gerceklesme sansi var midi, nedir? ve beklenen ilk gol baris’dan geldi; aynen aktariyorum:

farzedelim ki ayni boyutlarda bir ekmek basel'deki rest.da da cikiyor ve sen yemegini yerken onu da gormus olasin;

1- garson ile yemek esnasinda temas kurman cok zor. yani sen siparisi verdin o da getirdi. step by step yaklasimi ile yemegin sonuna dogru yalandan bir "ish guet zi?" diyecek ve sen hesabi isteyene kadar ortadan kaybolacak. arada bir sey istemen zor.

2- diyelim ki bi sekilde temas kurdun adama akici almancan ile "bana ekmegin kosesini" getir dedin. herif ekmegin kosesinin ne demek oldugunu literaturde anlasa bile fiziksel olarak anlamayacak. seni kanirtacak.

3- hadi oldu ya herife tarif ettin ve herif anladi, o da sana "ekmegi komple getirebilirim, size ozel olarak parca parca ya da sadece koselerini sunamam" diyecek

4- sen herife "ya kardesim parasi neyse ben vericem. ordan bana 6 tane ekmek satin al. koselerini kes bana getir gerisini ne bok yersen ye" dersen buyuk ihtimalle ya psikolojik rahatsiz muamelesi goreceksin ya da suratina aptal aptal bakacak.

sonucta yukaridaki stepler bitene kadar ne onunde yemek ne de sende istah kalacak. burnundan gelecek.

hemen sonrasinda emre skoru 2-0a getirdi:

zaten baris olayi gayet net aciklamis. hatta bu olay degil basel , isvicre'nin her kantonunda (fransiz ve italyan dahil olur). yukaridaki fiktif ornege, asagida -hem de italyan kanton ticino'da yasanmis iki gercek ornek eklenebilir:
- baris'in otobandaki dinlenme tesisinde, parmakla gosterip hem de "crem caramel" dedigi halde, kadinin israrla karamelli dondurma vermesi
- claire ile dondurma alirken, o’nun "cikolata ve cilek" demesi, benim de " aynisi arti pistachhio" demem ve herifin bana sadece pistacchio vermesi (bu benim essekligim kabul ediyorum. mado mu lan bu? yok aynisiymis da..adam gibi say hepsini)

ha bir de bu ulkede bi hizmet ya verilemez, ya da istemedigin halde yardimci olmaya calisip vaktini alirlar o da ayri mesele.

dun bahnhof eczane'deyiz. su benim horlama ilacimdan istedim. her gittigimde iki tane aliyorum ki yedek bulunsun. yoksa cok da onemli degil. dun kadindan iki tane istedim.
bi geldi:
eczaci: malesef bi tane var.
ben : tamam, sorun degil
ecz: isterseniz siparis vereyim.
ben: yok sorun degil. zaten bi kutu bir ay yetiyor. acelesi yok. (ulan al hesabimi da gideyim)
yaklasik 5 dakka bilgisayarda biseye bakar, oteki kasaya gider, gelir.ve 5 dakika sonra
ecz: eger biraz beklerseniz depoya ineyim bir bakayim belki vardir.
ben. yok tesekkurler. bir tane isimi gorur.

ulan arkada sira oldu. belki hayati bir ilac bekleyen bir var. benim horultu ilacim icin kadin dakikalarini harcadi, hem de ben istemedigim ve istemedigimi belirttigim halde.

buralarda isler böyle iste, bir seyler olmuyo. biraz daha anlatirim, sonra yorulurum herhalde, du bakalim.
bülbülü altin kafese koymuslar „hem aglarim, hem giderim“ demis.


sairimize kulak vererek; bis dann…


Bakiyorum Isviçreye vagonumdan,
Sehirleri cansikici olmali
belki sanatoryomlari eglencelidir.
Yasamak ister miydim
su gördügüm yerlerde
su saygideger adamlarin arasinda
Doksanimdan sonra belki...
Niye böyle seyler yazdim Isviçre için?
Belki kiskandigimdan
Kanli çölün ortasindaki küçük bahçeyi

. --> benim notum: üstad cogu yerde hakli, agir da girmis ama. bizim oralar da cennet degil ki kardesim. bu sebeple gidiyorum ama artik aglamiyorum.

Thursday, July 5, 2012

J'aime Pari

zor olacagi bastan belliydi.
ama bi o kadar da eglenceli gececegi tabii ki.

motivasyonlar:
  • gökseller, okullarin kapanmasi ertesine, bize de uydurup izinlerini aldilar, biletlerini ayarladilar.
  • efe'nin iki günlük daha izni vardi okulundan (anaokulundan!)
  • ozan bizde misafirdi
  • 6. ve son ziyaretimizin üzerinden 7 yil gecmisti; özlemistik.
karar: paris


haberli poz - sentetik
cumartesi gidis: mesafe kisa (~600km), yolculuk yapacak kisi sayisi da 4 olunca, ucak ya da tren opsiyonlari hizli birer alternatif olsalar da maliyet kalemi olarak kallavi etkileri oldugu icin dolustuk bizim emektar zarife'ye (opel zafira), vurduk kendimizi sabah 8de yollara. nevaleler (krosanlar, sütler, meyve, kraker, biskivü ve cdler) fullenmis basladik seyahate. ilk cd'miz efenin sectigi tabii ki rammstein'di. sonra annemiz teoman'la ortami yumusatti. ozan athena ile hareket katti yolculugumuza. sira bana geldiginde ise bünye sese doymustu zaten, sesi kistik iyice.

habersiz poz - organik
bizimki yemekte miz. sasirmiyoruz. krosani bile dogru düzgün yemiyor. bizse basta dünden kalan peynir ve salamlar olmak üzere her seyi silip süpürdük ozi'yle birlikte. fransa otoyolunun performansi bekledigimin, hatirladigimin cok üstünde. özellikle parali kismi. max. hiz 130km ama herkes 140'a kitlemis; biz de uyuyoruz tabii, cikintiliga gerek yok. zaten "radarla ölcüm var uyari" tabelasini gördükten sonraki 1 km icerisinde sag veya solda radari görüyor, kendinizi de buna hazirlamis oldugunuz icin pin pin geciyorsunuz yanindan. biri cis, biri de kahve, dondurma molasi olmak üzere 2 duraklama sonrasi variyoruz paris banliyölerine. zarife'nin vaginasyonu (efe'nin navigasyona verdigi isim) sehre girdigimiz andan itibaren cuvallamaya basliyor, eee paris de boru degil tabii ki, degisiyor zamanla. 15-20 dakikalik bir oryantasyon gecikmesi sonrasi otelimize giden yola giriyoruz.

nereden mi biliyorum? 10 sene önceki gelisimizde,¨su anda üstümüzden gecen metroya biniyorduk ve cok kalabalikti ve kotumun arka cebinde hissetigim ekstra basinc sonrasi arkami döndügümde cüzdanimi birinin elinde görmüstüm ve ani bir hareketle cüzdani elinden kaptigim gibi, korkuyla karisik bir mutlulukla arkami dönüp kapinin kapanmasini beklemistim. nasil mutlu olmayayim ki; tüm varligimiz fransiz frangi olarak o cüzdandaydi. neden frank peki? cünkü euro kullaniminin baslamasina daha 1 hafta vardi, yani o seferki 10 günlük gelisimizde hem bir yilbasini (nihayet) paris'de yasayacaktik hem de euro'ya gecis gibi bir tarihi olaya taniklik edecektik. böyle bir anda bes parasiz kalmak cok komik olurdu, eger ben o atak hareketi yapip cüzdani kurtarmasaydim.

neyse efendim, burasi paris'in kuzeyinde, göcmenlerin yogunluklu olarak yasadigi, zaten yogun oldugunu tahmin ettigim trafigin toplanmakta olan pazarin etkisi ile taclandirildigi bir yerdi. 5 dakikalik yolu yarim saatte ancak gidip odamizin yakininda bir yerde gecici olarak park ettik arabamizi. iner inmez ozan "aaaaa teyyze, sex shop varr burda!" cigligini atti dogal olarak. arabayi park ettigim yerin odamiza yakin oldugunu da dogal olarak biliyordum, cünkü odamiz tam moulin rouge'un yaninda idi. ama öyle böyle degil; tam yanindaydi...
odamizdan: ahan da kirmizi deyirmen ve yarini müjdeleyen gri bulut kümesi

cumartesi bulusma ve sonrasi: ev 4.katta ve asansörsüz. cikana kadar göbeemiz catliyor ama degiyor. dar bir girisin acildigi tahta zeminli koridor saginda mutfak ve tuvaleti gectikten sonra genis bir salona aciliyor; salonun sagdaki penceresinin önünde moulin rouge'un degirmeni dönüyor. koridorun sol tarafinda ise banyo ve yatak odasi var. 7 (yedi) kisinin ayni anda kalabilecegi bir ev icin cok genis ve temiz. asagidaki cemheri kalabaligin ve trafigin gürültüsü, camlarimiz sayesinde bize ulasamadan etkisini yitiriyorlar. oo la laaa.
ac birakmadik, acik birakmadik!
bir seyler yemek icin disari cikiyoruz. bistro kültürüyle alakasi olmayan sevgili oglumuza bi kase makarna, yegenimize de xl bi burger aliyoruz ve saliyoruz kaldirima. su da veriyoruz ki kuruyup panik olmasinlar.

biz ise hakim oldugumuz paris kültürümüz ile amelie'nin kafesi olarak bilinen iki degirmen kafesine (café des 2 moulins) oturup bira ve pattiz kizartmalarimizi ismarliyoruz. ikinci biralarda kafalar güzellesiyor. canavarlar da pattizlere uyanip yanimiza siziyorlar ki ikinci tabak da onlara gelsin. ama önce sokaga dagittiklari cöpleri güzelce atip, ellerini yikayip gelmeleri lazim. aslinda biraksak da mikroplari alip bünyeye hastalanip yatsalar, bir seyler ögrenseler ama onun da imkani yok ki maalesef.

arabayi park ettigim yerden kaldirmam gerektigi icin ayriliyorum. geri geldigimde cete yerinde degil; evdelerdi varsayimiyla akiyorum ama orda da yoklar. tam camdan geliyorlar mi diye bakarken bu sefer füslerin taksiden indiklerini görüyorum asagida. onlari yukari cikar, sebolara haber ver, herkes sarmas dolas olsun, efe'yle defne birbirine mesafeli ama özlediklerini belirtir bir yakinlikta hasret gidersinler, ama cabuk olalim cünkü cok acikiyoruz!
ekip uyumu had safhada! karar vericiler olarak biz de hizliyiz. zarife'ye sigisip akiyoruz st.germain illerine. anneleri kuyruga birakip biz park yeri ariyoruz ve 2. turda buluyoruz; cok sansliyiz. geldigimizde masamiz da hazir. gelsin kafe dö pari'ler, house-wine'lar le relais de l'entrecôte ortamlarinda...

hayat paylasinca güzel evladim!

garsonlar ilk defa bu kadar güler yüzlü (10da 1 neredeyse!). yemek bence güzel, bayanlar ve junirlar sosu biraz agir buluyorlar; ne gam? o la laaaa. yemek sonrasi pondezarts (pont des arts=tahta köprünün adi. tahta mi?) üzerinden notre dame'a varis, hatira fotolari cekilis, sokak göstericilerine hayretler icinde bakis, yorulus, üsüyüs, babalarin kosarak zarife'yi almaya gitmeleri, zarife'ye dolusma, gelmisken eiffel'i gece de olsa görme, otele dönüs, asagidaki insan seline ragmen cok güzel bir uyku cekis.

Notre Dame'da moda cekimlerine de rastladik iyi mi?

pazar ilk hareket: gökseller daha erken kalktiklarini söylüyorlar ama ben inanmiyorum. 10:00 gibi herkes hazir. perfect. pencereden edindigimiz ilk izlenim "biraz yagmur yagmis". daha dikkatli bakinca anlasilyor ki biraz degil bayagi yagmis. nasilsa öglene dogru diner diyerek atiyoruz kendimizi amelie'nin kafesine. 7 kisilik yer bulmanin verdigi ekstra sevincle, cok da anlayisli görünen cocuga siparisimizi veriyoruz; 2 adet krosanli, bir adet yimirtali kahvalti ve ek birseyler ismarliyoruz. ne geliyor peki? 2 adet yimirtali, bir adet krosanli kahvalti ve ek birseyler. ooo mon dieu! neyse cocuklar yine yüksek seviyede miz ve biz de ugrasacak enerjiye sahip degiliz, takilmiyoruz.

bana "miz"in resmini cekebilir misin abidin?

kahvalti sonrasi kurulan masalar, stresli garsonlar, sirada bekleyen müsteriler filan fütun'a viz geliyor, tiris gidiyor: cünkü onun amelie ile fotograf cektirmesi lazim ve bu noktada dünyanin onun etrafinda dönmek disinda bir görevi olamaz. bi de öyle ki tek poz da yetmiyor, tekrar tekrar cekiyoruz. neyse efenim kahvalti bitiyor, cikiyoruz ama yagmur bitmemis. cipil cipil yagmaya devam ediyor. atliyoruz metromuza ver elini müze dorsay (atilla dorsay'in aile müzesi gibi di mi? saka saka, gercegi musee d'orsay). o da ne? tabii ki "hava kötü, hadi bugün müze gezelim" diye düsünen tek akilli biz degildik. 80 öncesi gaz kuyruklari gibi bir sey, bekle bekle bitmez. allahtan cok olmanin avantajini devreye aliyoruz da, ikiye ayrilip kuyruk ve kafe olarak dagiliyoruz. sonra dönüsümlü olarak yerlerimizi degistirip yaklasik 40 dakika sonra giseye variyoruz. bu arada bu kücük tatilin en uzun konusmasini yapiyoruz fütun'la. yok yok moda cekimleri filan degildi konumuz; corporate hayat, istanbul'da hayat, türkiye'de hayat, cocukla hayat, bidi bidi...
müze dorsay eski bir tren gariymis. iceri girince ki genis ve ferah ortami gören biri bu bilgiye sahip olmasa da anlar bunu ya, gercekten disardaki piti piti yagan yagmurdan sonra cok iyi geliyor burasi. ilk odada van goghlar var. 30 küsür yasinda ölmüs adamcagiz. ne derdin vardi da kestin kulagini, vurdun kendini diye düsünmeden edemiyor insan. bir de resimlerinin güzelligine kaptirinca anliyorum ki dahilikle delilik arasindaki ince cizgiyi gecmis kendisi. efe resimlere miz ediyor, begenmiyor, cikmak istiyor. ama döndükten sonra kendi yaptigi ilk resimde orada gördügü bir teknigi uyguladigini söylüyor ki gercekten de güzel uygulamis danam benim.

müzenin en üst katinda (bu noktada haydarpasa gari'nin da rahatlikla bir müzeye dönüstürülebilecegini düsünüyorum. hatta cok güzel bir mozaik müzesi olabilir kendisinden, yillar önce hatay'da dinledigimiz gibi müze yetkililerinden; malum büyük mozaikler bir yere serilince yüksekten bakmak eserin bütününü görmek icin daha faideli oluyor.) amelie filminde de önemli bir yeri olan renoir resmini görmekle benim enerjim bitmis oluyor (diye düsünüyordum ki simdi kontrol ettim! flash, flash, flash! filmdeki tablo gördügüm tablo degilmis. hafiza nasil bir sey bak, insanoglu nasil da kaniyor zort diye ilk gördügüne, ilk düsündügüne bak.)
d'orsay'da bu var, ama filmde yok
bu filmde var, d'orsay'da yok
yemegimizi müzede yiyoruz. efe makarnayi silip süpürüyor. defne noodle'da benzer bir performans sergiliyor. ama ikisinin de motivasyonu benim ozan'la paylastigim ekler pastasinda onlara söz verdigim ince dilimler ;)


pazar ikinci hareket: yagmur durmadigi gibi, hava da sogudu. ama bi de "civi civiyi söker" modundayiz. atliyoruz metromuza dogru monte mart civarlarina. amacimiz skara kör (sacre coeur) civarini gezip bohem hayatin tadina varmak. sanirim daha yüksekte oldugu icin, suratina carpan "ahmak islatan" damlaciklar daha bir soguk. klisenin önündeki merdivenlerden degil eiffel, paris'in yarisi görükmüyor. ama dedigim gibi full motiveyiz. önce kliseyi geziyoruz. iceride ayin var. abi fransizca konusuyor, müzikler, ilahiler güzel bir fon olusturuyor. 2 EUR yazan kumbaralara 20'ser cent atarak cocuklara mum yakma iznini veriyorum; 2 EUR'ya mum mu olur allasen peder efendi? sonra merdivene cöküp dinleniyoruz. efe "baba, bu kilise de kötü kilise miydi?" diye soruyor, italya'da ona bahsettigim engizisyon uygulamalarini tabii ki unutmayarak (bkz.roma gezisi). dilim döndügünce iktidar, güc, baski, isyan, yeni iktidar, vs döngüsünü anlatiyorum. anliyo gibi. en sonunda bu kilisenin iyi oldugu noktasinda anlasiyoruz. bi sekil hz.isa'ya sardiriyor ama kivrak manevralarla siyriliyorum mevzudan büyümeden.
o gün paris'in en renkli seyleri bizdik sanirim
sonra parkin oraya geciyoruz. yagmur saganak gibi artik. semsiyeler de yetmedigi icin yagmurluk boyutuna geciyoruz hanimla. renk secimimiz pek uygun düsmese de tribün kisiligime, katma degeri cok yüksek. sonra mitler de aliyor bir set, papagan ailesi gibi renkli bir sekilde bir cafeye oturuyoruz. crem brüleler, muslar, beyaz biralar, sosisler,.....islak, soguk ama bi o kadar da keyifli bir dinlence oluyor. sonunda erkekler, kizlar ayriliyoruz. önce biz dönüyoruz eve. aralarindan gectigimiz sex shoplarin, erotik ortamlarin juniorlara bir sey ifade etmemesi cok komik geliyor bana. neredeyse 4 metro duragi yürüyoruz, ha simdi geldik, aha simdi geldik deyu deyu. eve vardigimizda hepimiz bitmisiz. yataklara atip kendimizi tv esliginde serbest zamanimiza geciyoruz. energizer tavsani bayanlar yaklasik 1 saat sonra tesrif ediyorlar. onlar da dinleniyorlar allah icin diger ölümlüler gibi.

pazar final action: önceki gelislerimizde en az bir kez yedigimiz falafeli bir de göksellerle tadalim diyoruz. atliyoruz zarife'ye (metro ile aktarip, yürüyemeyecek kadar yorgunuz) plas des voskes'e(place des vosges) kadar gidiyoruz. ancak mekanlari bulmak tahmin ettigimden zor oluyor. döne döne, hissede hissede varmaya calismak pek bir sonuc getiremiyor. grupta acliktan mürekkep huzursuzluk artiyor, hissediyorum. efe en disavurumcu; agliyor adam resmen aciktim diyerek. ki bunda babanin acigini yakalamanin, babanin huzursuzlugunu hissetmis olmanin tatli bir keyif sürmesi de var tabii ki; ulan efeeeeeee!

önce gözün doymasi lazimmis!
lokal beer rullaz!
bakkallar, cafeler allahtan "falafel, jewish restaurant" seklindeki turist sorularima sicak yaklasiyorlar da enn sonunda yerellerin de gittigini düsündügüm bir rest buluyoruz. frnasizca-ibranice yazilar, icerideki masa düzeni, yemek fotograflari, icerinin kalabalikligi, kosusturmasi bildigimiz degil ama dogru yerde oldugumuzun habercisi gibiydi. bir de tv'da ingiltere-italya maci vardi ki, ohhhh kaymakli ekmek kadayifi. canavarlara makarna-köfte, ozan'a tavuk, bize de freni bosalmis kamyon gibi falafeller, patlican kizartmalar, humuslar, ooo yee beybe! biramizin markasi da maccabi. bi an "acaba" diyorum "bu da bizim efes gibi alkolden kazandigini baskete mi yatiriyor ki?". bakiyorum internete öyle olmadigini görüyorum, isim benzerligi sanirim. bilen varsa elini kaldirsin. yemekten sonra kahvemizi de ismarliyoruz penaltilar atilirken, ohh. sebo "süt veya krema var mi?" diye soruyor garsona. "kosher mutfagina uygun olarak ayni anda süt ve et satmiyoruz" diyor. sebnem sonunu yakalayabildigi icin "yok et istemiyorum süt istiyorum" diyor. "she's from blacksee area" diyorum. cocuk "OK I understood" diyor. mübalaga ediyorum tabii ki sebnem'ciim!
cikip bi hava aliyoruz. o esnada bana da cok faydasi dokunabilecek bir ürün görüyoruz. bravo diyoruz yaraticisina.
bir zihni sinir projesi degilse ne?

penaltilar da bittikten sonra atliyoruz zarifemize, doooru eiffel'e. neden? cunku 15 dakika sonra geceyarisi olacak ve kule fildir fildir isiklanacak. sen kenarindaki yollarda bir yilan gibi kivrilarak basariyoruz; saat 23:59 ve biz eiffel'i göbekten gören bir yerde konuslaniyoruz. paris denince aklina gelen iki seyden biri bu olmasina ragmen, kontes isiklar yanmaya basladiktan 2 dakka sonra mizmizlaniyor ve "hadi gidelim"e basliyor
==> anliyoruz ki 6 yasindaki bireylerin en tutkulu istekleri bile aslinda ossuruktan teyyare bir yogunluktadir.



pazartesi-sali: uzatmayacagim artik. pazartesi güzelbir disneyland deneyimledik. pestilimiz cikti, sinirlerimiz bozuldu sonunda. acik büfe restoranda patlayincaya kadar yemek ve hala aklinin tatlilarda olmasi gibi bir duygu bana göre bu thema parklar. en az 2 gün lazim eger her seyin dadina bakilacaksa. sali da otelden cikislar, ozan'i havalanina birakislar, sehirde göksellerle bulusmalar, sakinleme, sohbet, bu tatilin bir özeti gelecek tatilleri kaba planlamasi, güzel bir dönüs yolculugu, bitime 1,5 saat kala 110km/saatlik yerde 120 ile fotograf cektirmelerle gecti, gitti, bitti. bakalim ne ceza gelecek? amaaaaannn ne gelirse gelsin, bizm havamiz iyi olsun.

eveeettt; göksellerle yeni tatillere akmadan 2 muhtesem video ile veda ediyorum!
ooo mon dieu!!!



ve de bombastik bir calisma (00:45 sn'de esas kizin aksiyon sahnesi var)