Sunday, November 25, 2012

berlin in berlin

biraz gecti üstünden ama güc olmasin diyerek buyrun 2 ay öncesine...


motivasyonlar:

mayis ayi filandi, yine türkiye’deydik. yeni ve tek maratoncumuz birant’imiz daha müzike sarmamis ama newyork’dan sonra berlin’de de kosacagini deklare etmisti. zamanlama mükemmeldi; 30 eylül 2012; baska bir deyisle efe’nin herbstferien’inin baslangic haftasonu. olur mu olmaz mi, acaba, himm derken, haziran’a dogru artik aksiyon alma vaktinin geldigi asikardi ve gereken yapildi

pre-giris:

efe’nin yaz tatili tarihleri, diyanetin acikladigi mübarek günler gibi yillar öncesinden bilinmesine ragmen nedense tr biletlerinin alinmasi konusunda sahsima münhasir bir atalet söz konusu. 2 ay kaldigi halde sommerferien dönüs biletleri alinmis degildi (baska bir dönüsün gidisi olarak basel-istanbul biletimiz vardi allah’dan) bu gercek yukaridaki maraton karariyla birlesip, thy ucuk fiyatlariyla bizi bezdirmeye baslayinca lufthansa imdadimiza yetismisti; agustos’da münih aktarmali ist’a dönecek, 1 ekim’de de sebo ve efe berlin’den lufthansa ile direkt istanbul’a ucacak, ben de ayni günün sabahi easyjet ilen, karga kakasini yemeden basel’e geri dönecek, 1 hafta sonra istanbul’a gidecektim. alternatif rotalar, substitional planlar konusundaki yetenegim hedefe gidis disindaki parkurlari halletmisti? peki easyjet’in bile normal havayollari kadar fiyat cektigi berlin'e gitmek icin nasil bir cözümüm vardi? var miydi? elbette vardi dostum; deutsche bahn! cok güzel bir denk getirme ile 12:22’de bad bahnhof’dan kalkan ice’miz bizi 19:25’de berlin hauptbahnhof’a birakacakti; hem de 1.sinifta ve hic aktarma yapmadan. danamiz ile birlikte uzun bir tren yolculugu hedefimiz de böylece gerceklesmis olacakti (bir sonraki step gece treni ile uzak bir sehre gitmek, yatakli)

giris:
sayili gün cabuk gecer misali eylül’ün sonlarina yaklasmistik. danamizin bir yilda 2 (iki), ilkokul süresi olan 6 yilda da toplam 12 (oniki) olan izin günlerinden (hastalik haric bu rakamin benim zamanimda türkiye'de 15 oldugunu hatirliyorum. ama arkadaslarim 20 oldugu konusunda israrli ki su anda da 20 imis. canim ve güzel türkiye’m.) calmamanin sevinciyle, ögretmenine „efe’yi 28 eylül'de saat 11:15’de alacagiz“ notunu yolladik. „alabilirsiniz ama neden?“ cevabi geldi. „bir trene yetisecegiz de o sebeple son derse girmeden alalim istiyoruz“ dedik. „doktor veya baska randevular disinda bu sekilde erken cikmasini tasvip etmiyoruz. bu seferlik olsun ama bir daha dikkat edin lütfen“ fircasiyla kendimize geldik. isvicre gercegi bir defa daha bir tokat gibi hisettirmisti kendini. neyse toparlanmamiz cok uzun sürmedi ve almanya’nin isvicre topraklarindaki istasyonu olan bad bahnhof (basel’liler gare du nord da diyor kendisine) dan trenimize, tabii ki tam vaktinde, bindik.

alex de bizleydi.
yaratim sürecine hiiic ara vermedi.

e ucuyoruz neredeyse?
isvicre'de alman treni dakikligi; elbette dostum!
ayirttigimiz gibi masali koltugumuza oturduk ve hemen trenin rotasini gösteren brosürü incelemeye basladik, bunu interrail dönemimizden beri yapmayi cok severiz. hangi sehre ne zaman variyor, oradan hangi trenler  nerelere götürüyor insanlari, 14 saat süren yolculuk nasil böyle zamaninda baslayip yine zamaninda bitiyor… ögreniyoruz ki interlaken’dan gelip berlin ostbahnhof’a kadar gidiyormus trenimiz, ki bu da ayni tren ile otelimize kadar gitmek demek oluyor. ooo la la. bir taslan iki kus.

gelisme:
cogu zaman eglenceli, bazen gergin, bazen bezgin, yer yer kahkahali bir yedi saat sonunda, aile birligimizi dagitmadan berlin’e varmak hepimize cok iyi geliyor.
 

otele yerlesiyoruz, sms denen mucizevi aracla ekibin (birant, zehra, ayse, serkan, ….., murat, gülbin) yerini ögreniyor ve mekana akiyoruz (
www.meisterstueck.de). güzel bir bira ortami. öglenden beri orada oturan elemanlarin tavsiye ettigi biralar gercekten basarili. 0,75’lik siselerden genisce bardaklara garsonlar tarafindan bira servisi yapilmasi da güzel bir duygu imis. efe corbasina ilgi göstermeyip bizim sosilere atlayarak yakin gelecekteki tercihleri hakkinda bize mesajlarini veriyor. yemegin sonuna dogru ilsu da arz-i endam ediyor ve hizlandirilmis sehir turumuz berlin zentrum civarinda basliyor. check point charlie yöresinde efe’ye 2.dünya savasi , bitisi, almanya’nin ve berlin’in bölünmesi konularini anlatiyorum bildiklerim ve etraftaki enformasyon objelerine dayanarak. hitler’i daha önceki hikayelerden „deli alman“ olarak taniyan elemani gectim, benim icin bile yeni bilgiler var agzimi acik birakan. bayagi bayagi ülkeyi de baskenti de 4’e bölmüs adamlar savas ganimeti paylasir gibi. sonra bir sekilde dogudaki ruslar bakmislar olacak gibi degil, "duvari muvar dikelim de gecisleri durduralim yoksa burada kimse kalmayacak" demisler. hikayenin buralarinda bir anda efe’nin „iyi taraf - kötü taraf“ seklinde bir siniflandirmaya gittigini fark ediyoruz. ve diyoruz ki „neyin iyi neyin kötü oldugu disardan bakilarak bilinemez cekirge. tamam dogudakiler özgür tercihlerini yapamiyor, istedikleri gibi gezemiyorlardi ama onun yaninda her daim bir isleri, baslarini sokacak yuvalari, hastalandiklarinda gidecekleri hastaneleri ve okullari vardi. öte yandan batidakiler özgürlerdi ama cok siki bir rekabet icinde yasiyorlardi; an geliyor sokakta yasayanlar soguktan donup hastalaniyor ya da ölebiliyorlardi. bidi bidi bidi bidi…“ o’nun da aklina yatti bu yaklasim; „özgür olanlar, özgür olmayanlar“ diye böldü almanlari. turist fotomuzu da cekip rahatladik ve  geceyi planör karimin hedefledigi ama bir zincir oldugunu fark ettiginde üzüldügü einstein cafe’de kahve ve caylarimizi icerek tamamladik. otelimize giderken bindigimiz taksinin söförü, gelirken bindigimiz gibi türktü ve o da türkce radyo dinliyordu.

ertesi gün serbest zamanla basladi. maratoncular ve yancilari spor fuarina ve parkura bakmaya gittiler. biz kabadayilar, sebo’nun arastirmalarinin sonucu olacak east wall kalintilari boyu yürüyüsü tercih ettik (http://www.eastsidegallery.com/index.htm). sicak aylarda beach moduna gectigini tahmin ettigimiz bu ortamlar simdi bombostu. ama kalan duvarlarin uzunca bir bölümü buradaydi ve bir okazyon cercevesinde üstleri sevgi, baris, kardeslik, cicek, böcek motifleriyle doldurulmustu, gri-mavi gökyüzü altinda güzel enstantaneler yaratilmisti bazi yerlerde.
sanatcidan komik bir enstantane
sanatcinin özgün bir yerlestirmesi
iste o bretzel calma ani!
bir konuda kafa ütülüyorum ama ne?


tüm meymenetsizligi ile verdigimiz parayi alirken bile yüzü gülmeyen bir adamin mekaninda kahvalti yaptik. yagda yimirta ve mozarellali sandvic candir. poset cay da vardi. efe’nin caktirmadan aldigi bretzelin parasini vermek bile adami güldürmedi. yuh be arkadas.

 
ileride yüzen hostel önde kraliyet ailesi
yolun sonundaki floating (yüzen) hosteller ilgi cekiciydi ancak ben icine bakma enerjisini bulamadigim icin kendimde, kaldirimda bekledim. „keske“ dedim, „kahvaltiyi burada yapaydik!“ sonra „ulan“ dedim, „tek derdimiz bu olsun“.

oberbaumbrücke'yi casuslarin degistirildigi köprü diye yutturduk efe’ye; direkt yedi tabii ki. hatta genis yaya bölümünde ajancilik oynarken kahkahalariyla inletti gri berlin sabahini. söyle bir durup baktik köprüden; düsseldorf, londra, barselona, hamburg (daha canli goremedik ama olsun, referanslar kuvvetli) gibi berlin de nehir/deniz kenarini ne güzel bir dönüsüme sokmus. eski binalar, yenileriyle uydurulmus, kafeler, muzeler, calisma ve yasama mekanlari birbirine yedirilmis, suyun rahatlatan etkisiyle bir cazibe merkezi haline getirilmis. hadi bogazi gectim, halic bu is icin birebir bir mekan ama neyleyim öyle dönüsümü „bira yok kola verelim“ dedikten sonra garson arkadas.

metro biletimizi alirken bana hic yakismayan bir plansizlikla 3ümüze de ayri ayri günlük biletler aldim; halbu ki 5kisinin birlikte gezebilecegi ve bizim ödedigimizden daha hesapli günlük biletler de varmis; aman dikkat! hatta 5 kisinin 3 gün boyunca kullanacagi biletler de var galiba ama moralim bozuldugu icin artik onunla ilgilenmedim. interrail gezimizde görüp cok begendigimiz kilisenin oraya gittik. aslinda bu bir sado-mazo hareketti cünkü onu gören efe’nin en az 2 saatlik soru soracagi asikardi. maalesef (allahdan) kilise bakimdaymis, soru-cevap rezervlerimizi ileri etaplara sakladik. aval aval etrafinda dönüp bir seyler yemek icin mekan baktik, yedik. etrafta bir kac örnegini görmüs oldugumuz ampelmann ile de orada tanistik.

 


kendisi dogu berlin’in trafik isiklarindaki temsili insaniymis ve bir psikolog tarafindan tasarlanmis (al sana dogunun bir cinsligi daha) zamaninda. sonra akilli bir girisimci tarafindan kesfedilip ota-boka maydonoz (pardon) bir karakter haline getirilmis. cok da tatli olmus. yesil olani bereket tanrisi ile karistirilsa da bir acidan, sirin.
tüketen bir turistim



gercegi ve cakmasi
 
yemekten sonra obsesif karimin „yüksekten berlin manzarasi’na karsi bir seyler icilecek yer“ olarak belirledigi berlin teknik universitesinin cati katindaki cafeye gidiyoruz. ariyoruz. buluyoruz. ama o günün bir cumartesi oldugunu tokat gibi carpiyor yüzümüze kapidaki görevli.
bu hezimetten sonra plan yapma hakki bana geciyor ve ekibi itirazsiz nordbahnhof ortamlarina götürmek icin en kolay ulasabilecegimiz tasit olan otobüsün duragina gidiyoruz. o da ne? otobüs de direkt nordbahnhof’a gitmiyor mu? toplu tasimadaki bu tesadüfî sansimizi zorlamadan atliyoruz ve sehri üstünkörü geze geze variyoruz hedefe. biraz yürüdükten sonra duvarin kalintilari etrafinda olusturulmus acik hava müzesine eriyoruz. yeri gelmis duvarin izi üzerinde ince demir cubuklarla görsel bir güzellik saglanmis, yeri gelmis duvari gecmeye calisirken ya da baska bir sebeple duvar yüzünden ölenlerin fotograflari ile hikayeleri anlatilmis. duvarin sag tarafinda kacmaya calisirken vurulan ve tahminen ölen insanlari temsil ediyor 20cm capindaki cemberler, icin daraliyor.

duvarin "ölenleri anlatan" kismi



mutlulukla mutsuzluk arasindaki 28 yillik sinir



ayni cemberler sol tarafta kacip kurtulmus insanlarin ilk ayak bastiklari yerleri gösteriyorlar, icini bir sevinc kapliyor insanin; en azindan benim. bir gözetleme kulesi ve etrafindaki boydan boya duvar komplexi korunmus tamamen, etrafi yüksek bir duvarla kapatilarak. ki tam karsidaki müze binasinin http://www.berliner-mauer-gedenkstaette.de/de/ üstüne cikip olayin vahametine oradan hakim olunabilinsin diye. bu noktada efe iyi ülke, kötü ülke, mutsuz ülke, mutlu ülke ayrimina geri dönüyor cünkü insanlarin batidan doguya rahatca gecebilirken, dogudan batiya gecislerinde öldürülebildiklerini ögreniyor. ve bir de conrad schumann’in 1961’de kacarken cekilmis fotografi isliyor kafasina; „bir asker bile birakip kaciyorsa ülkesini“ diyor sanirim „o ülkenin iyi bir ülke olma ihtimali olmaz ki“. cetin mert’in hikayesinden bahsetmiyorum artik. daha fazla üzmeye, kafasini karistirmaya gerek yok danamizin.

pesi sira moraller yükselsin, havamiz dagilsin deyu potsdamerplatz’a akiyoruz. amac bir yerde oturup orjinal berliner yemek, kahve icmek. ama ne mümkün? en son köskös dunkin donuts’a girip oradan aliyoruz, kötü bir kahveyle yiyoruz plastik berlinerimizi. bulamiyoruz orcinalini.

gösteriden önce sekt icmezsek olmaz



cesitli okazyonlarla biraz daha vakit gecirip tek tasla vurmak istedigimiz kuslardan biri olan dans tiyatrosu gösterisine gidiyoruz. mekan (http://www.sophiensaele.com/index.php) cok hosuma gidiyor. bekleme salonunda isiklandirmalarin ince belli caybardaklarina konmus mummlarla yapilmis olmasi bir sekilde hosuma gidiyor. multi.kulti tam gaz. sonradan ögreniyoruz ki gösteri ekibinde (http://www.luckytrimmer.de/) oyuncular disindakiler ücret almiyorlarmis; kazanilan paralar mekan kirasi, teknik giderler vs’ye gidiyormus. yönetici „illa para yardimi degil, yiyecek icecek getirerek de devamliligimiza yardimci olabilirsiniz“diyor.

ekibin fransiz bilesenleri
tüm kadro
fuayede baslayan gösteri efe’yi oldukca etkiliyor. insanlarin vücutlarina hakimiyeti, müzikli müziksiz hareketlerin biribirine uyumu, a-ritmikligi vs… nereden anliyorum? kendi kendine alkislamasindan. cünkü keci beyimiz begenmezse degil alkislamak, parmagini bile kiprastirmaz.

cikista kosucularla bulusuyoruz bir „dünya mutfagi“ ortaminda. muhabbet güzel, bira-cider güzel ama yemekler, ictenlik, i-ihhh. bi daha zorda kalmadikca bu tür ortamlara gitmeyelim diyoruz kraliceyle. yemekler iyice endüstriyellesmis, tat-tuz kalmamis. mesaz kaygili paragraf biter.
sonuc:
sabah kalkip alexanderplatz’a akiyoruz. "ne yeriz? ne yeriz?" diye gezinirken bu tatilin kaderi dunkin cikiyor karsimiza yine. bagel arasi krem peynir, salam, peynir aliyoruz bize,cayla. uyuz danaya sade simit ve süt. birant-murat-serkan-ayse’nin tahmini gecis dakikalarinda seyirci olarak yerimizi aliyor ve basliyoruz beklemeye. murat takiliyor objektiflerimize
sn.murat kulak 10.km'de
10.kmde.hadiii hoop zehra ve ilsu ile bulusup 20.km’ye akiyoruz. orada ben digerlerini kaciriyorum ama yine murat’i yakaliyorum (bir isaret mi bu?) ve canli röportaj yapiyorum bu sefer.
 

sonrasinda biz mola aliyor ve müze adasina gidiyoruz. kahve-apfel strudel molasi sonrasi ben son bir sansimi denemek icin geri dönüyorum 40.km’ye. demirlerin arkasinda sakalli, kapsonlu ve süpheli bir sekilde etrafimdakileri rahatsiz ede ede sabirla bekliyor ve nihayet önlere geciyorum. sel gibi insan kosuyor karsidan, ne zor is takip etmek? sadece sag tarafa odaklaniyorum anlastigimiz gibi ama bu sefer de komple bir %60’ini kaciriyorum kosanlarin, icim huzursuz. kacirdik mi yine acaba? ve nihayet görüyorum birant’i; bagiriyorum “cok net” diye. bu gazla hizlaniyor ve 10 kisi daha geciyor sanirim. efenim?

efe and the alexander the great
kosu sonrasi bulusmak kolay degil. bir de elamanlar 4 saat kosmuslar arkadas; ne su kalmistir vücutta ne mineral. onlara bulasmiyoruz biz, kendi sakin planimiza dönüyoruz ama plan yok ortada. aktif annemiz bizi bergama müzesine sokuyor. 10 küsür yil önce gelmistik interrail yaparkene, bu sefer efe’yle geziyoruz. ayi gibi taslarin, tapinaklarin sökülüp getirilmis olmasi pek etkilemiyor gibi adami. ama yunan-roma-asur-sümer gibi ortamlar hakkinda sorularini da sormadan edemiyor, ki biz de yalan yanlis bilgilerle donatiyoruz kendisini.  müze pek büyük degil, 1 bilemedin 2 saatte bitiyor bizim standartlarimiz dahilinde; kulakliksiz ve tamamen amatör bakislarla.

müzeden sonra yürüyerek kitap agirlikli bir bit pazarinin icinden geciyoruz. berlin’in deresi kivrila kivrila kâh önümüze cikiyor kâh yanimizdaki köprünün altina saklaniyor. ileriden gelen müzigi takip ettigimizde karsimiza biraz yüksekce yerlesik bir kafenin altindaki genisce alanda tango yapan ciftler cikiyor. hafif serin (chilling) havaya aldirmadan dans ediyorlar, oturup soluklaniyorlar, sonra tekrar kalkip devam ediyorlar cogunlugu 40 ve üzeri yasli ciftler. o zaman tanimiyorum ama mardin yesilay baskani orada olsa ne düsünür acaba diye simdi düsünüyorum. iyice üsüyüp acikana kadar takiliyoruz. sonra tekrar yürüyerek bir gece once tiyatroyu izledigimiz yere yakin häckischermarkt’a oradan da oranienburgerstrasse’ye variyoruz. amacimiz söyle etnik, lezzetli ve dolu dolu bir yemek yemek. pek cok secenekten benim subliminal telkinlerim yardimiyla restaurant amrit denen hint restoranina cöküyoruz.
önce pilav
sonra curry
                

and action!
ama ne cökme? o kadar cok ve kontrolsüz söylemisiz ki, ben kendi adima bira icmedigim icin cok mutluyum, yoksa berlin devlet hastanesine gitmek zorunda kalabilirdim. dana zaten acili hint yemeklerini  agzi yana yana, icini ceke ceke öyle bir yiyor ki, gören her yemegi öyle yiyor sanar. görece erken yenmis yemek, birazcik yürüme ve otelde icilen cay; uyuyabilmenin kapilarini aciyor bana. yoksa sabah 04:30da kalkip ucaga yetismem hayal olarak kalabilir.


sabah otelin karsisindaki ostbahnhof’dan trenle direct havaalanina akiyor, easyjet’imle güzel ve kücük basel’ime dönüyorum. kralice ve dana aksama kadar takilip 22:00 küsürdeki lufthansa ucagi ile istanbul’a ucuyorlar, ama ogreniyoruz ki hem bekleme ortamlari cok kötüymüs hem de ucakta birak plastic makarna yemeyi; sadece sandvic ile gecistirmisler acliklarini… neymis? staralliance da olsa yeri geldiginde budget airlines ayaklarina yatmak olasiymis….
son söz: berlin güzel sehir. yasanir. bakalim efe üniversite’ye filan buraya gelirse, biz de akariz yanina. zaten dün sordum kendisine "londra, paris ve berlin'den ilk firsatta hangisine gidelim?" diye, o da berlin'i secti.... ;)
  

Sunday, July 8, 2012

isvicre, isvicre olalii

azicik nostalji yapiyoruz ve tam 3 yil önce dün ve bugün (günü gününe), neler düsünmüs, neler yazmisim doydugum yerle ilgili, hep birlikte göz atiyoruz:

7 TEMMUZ 2009:




itvitre©

bir kac ay önce.
basel’deki bir ya da ikinci ayim. yine böyle bir aksam. yine televizyon acik.
aslinda televizyon cocuklugumdan beri acik. ilkokula giderken kucagimda yastik, yastigin uzerinde kenarlari kalkmis kareli harita metodum bir yandan ödev yapip bir yandan dallas seyrederdim; bi keresinde lucy’nin askili elbisesi düsmüstü de „memisleri göründü mü görünmedi mi“ diye olay olmustu. en azindan benim icin.
o zaman kis ama, kapi pencere kapali, simdiki gibi once 32 derecede yakip sonra sakir sakir yagmurda serinletmiyor; sabit 0 derece; „buz“ gibi. tek kisilik yatak + minimum yasamsal manevraya izin veren büyüklükteki otel odamda esyalarimi topluyorum, yarin yine istanbul’a ucucam, ucak vaktinde varirsa, yol da acik olursa dana’m uyumadan eve varicam ve o’na masal anlaticam. söyle dialekt olmayan bi almanca kanal bulsam da o söylese ben dinlesem, o anlatsa ben toplansam. ahan da sf2’de hayvanli bir haber program, bu kalsin ben isime bakayim. hem de kaplan konulu.
daha yeni ögrenmisim afrika’da kaplan yasamadigini, kaplanlarin asya’da yasadigini. leyla gencer’in öldügünü duydugumdaki kadar sasirmistim. cünkü ben leyla gencer’i already ölü biliyordum. cünkü diyordum, adina ödüller veriliyor, geceler düzenleniyor ama o ödül vermeye gelmiyor; demek ki ölmüs olmali. oha be kardesim, harbiden oha. ama ne yapayim öyle iste. bundan 4 ay öncesine kadar benim icin kaplanlar afrika’da da yasiyorlardi, leyla gencer de coktaan ölmüstü.
gercek bir adi vardi erkek olaninin ama simdi hatirlayamadigimdan ben romeo diyecegim. zürih hayvanat bahcesinde yasarmis, mutsuzmus. nesesi yerine gelsin, havasini bulsun diye pilsen hayvanat bahcesinden jülyet’i (tahmin edildigi gibi, onun da gercek ismini hatirlamiyorum) getirmisler;
bilindigi gibi pilsen cek cumhuriyetinde bir sehir. adindan anlasilabilecegi gibi de pilsen tipi biranin cikis yeri. 96’da birilerinden kisibasina bira tuketim rakaminin en yuksek oldugu ülkenin cek cumhuriyeti oldugunu duymustum. amacim bir gun oraya gidip, agzimi meydandaki bira cesmesine dayayip kana kana bira icmek. --> benim notum: 2010 ilkbaharinda gittim prag'a, ama bira cesmesi filan yoktu. hah hah hahhh.
romeo’nun yarisindan biraz büyükce, görece citir bir kaplan bacimiz.
kirlileri katladim, alt tarafin dogru sikistirdim. aman neyse hediyeler falan guzelce sigdilar bavula da yanima alabilecegim, bir de istanbul’da onu bekleyerek vakit kaybetmeyecegim.

e dogru tabii, ne olur ne olmaz diye romeo ve jülyet’i bir süre birbirine komsu ama tel örgü ile ayrilmis bir sekilde birbirlerine alistirmislar, ki ne de olsa vahsi dogalari geregi birbirlerine zarar vermesinler. gercekten de alismis görünüyorlar, yanyana yürüyorlar, birbirlerini kokluyorlar, dis gösteriyorlar vs. yani gercek bulusmaya hazirlar. e hadi o zaman kaldiralim tel örgüyü gönüller bir olsun. romeo artik abazanligindan mi yoksa vahsi dogasi geregi mi bilinmez biraz saldirgan. ama tel örgüyü düsünen, buna da bir kontrol mekanizmasi kurmustur. ki spiker de bundan bahsediyo. ama bu arada romeo jülyet’i isiriyor, eziyor, penceliyor, tekrar isiriyor, ilerdeki su birikintisine götürüyor. suya sokup üstüne cikiyor, isiriyor, penceliyor. hala kontrol mekanizmasi devreye girmis degil. hala sogukkanli ve „b plansiz“ isvicre’liler olayi seyrediyorlar. romeo tam gaz. sanki zürih’de degil de asya’da balta girmemis ormanlarda rakibini alt etmeye calisiyor. lan bayana öyle mi davranilir daha demincek koklasan sen degil miydin? diye düsünüyorum, bir yandan da yeter artik uyusturucu tüfekle vursunlar sunu da jülyet’cik bi rahatlasin, kurtulsun diyorum icimden. o esnada, benden farklari olayi televizyondan degil de yerinden izlemek olan hayvanat bahcesi görevlileri, hayvan uzmanlari, hayvan psikologlari, hayvan herseyleri arasinda bir hareketlenme oluyor. tamam iste tüfek cikacak, mertlik bozulsa da zavalli jülyetcik kurtulacak diye seviniyorum. e o ne peki? bahce hortumundan hallice bir sey ile su sikiyorlar birbirine girmis hayvanlara. romeo söyle bi kafayi kaldiriyo „n’oluyo a.k. yine mi yagmur yagiyo?“ tadinda bakiyor, jülyeti tacize devam ediyor suyun icinde. neyse bir süre daha böyle devam ediyor „liebesspiel“imiz ve bir sekilde romeo yoluna gidiyor, jülyetcik sirilsiklam, bitkin uzaklasiyor ortamdan. tam kalkip disimi fircalayacagim, ekrana ciddiliginde gram degisiklik olmayan uzmanimiz geliyor. ekranin sag üst kisminda kafasi, eller göbekte birlesmis, sol alt tarafta normal karakterlerle adi, hemen altinda da italic karakterlerle unvani yaziyor. ve uzmanimiz „cigerine kacan sulardan dolayi jülyet’i bir süre sonra kaybettik“ gibisinden bir seyler diyor, haber program baska bir konuya geciyor. e oldu mu simdi? ne dediniz simdi pilsen’deki arkadaslara. nereden bulacaklar simdi yeni bir kaplani (tabii ki afrika’dan degil!)? gerci tahminim onlar da sasirmamis ve tevekkülle karsilamislardir ama ben cok üzüldüm jülyet’e. gitti güzelim kaplan basiretsiz isvicre’liler yüzünden. olayimiz hakkinda biraz daha detay ve gercek isimler icin: http://www.20min.ch/tools/suchen/story/28628797

anlasilan ben buralari anlaticam biraz daha.
eeee bülbülü altin kafese koymuslar „alismadik g.tte don durmaz“ demis.

bis dann.

© itvitre kelimesinin fikir anasi fütun’a saygilarimlan


8 TEMMUZ 2009

burda her sey böyle galiba, gülüm
ne soguk, ne sicak,
ne serin, ne ilik


maslak sanayi’de hemsin (sofrasi) denen mekandaydim.
burasini sevmemin pekcok sebebi var. benim gibi ortanin üstü sinif calisanlar, cokuluslu bankalarin istanbul hq’daki yöneticileri, ntv’nin spikerleri, sanayideki kaportaci usta, o ustanin arabasini tamir ettigi mafya kilikli, siyah gözlüklü abiler birbirlerine dokunmadan, garsonlarla sakalasarak, büyük bir uyum icinde yerler yemeklerini, bu esitlik bana camideymisiz hissini verir niyeyse; hani orada da herkes aynidir ya allah katinda. o hesap…. bir de gördügüm en medeni hesap süreci burada calisir. önce gider yemekleri görürsünüz, gerekirse ascidan aciklamalari alirsiniz, yerinize oturur siparisinizi verirsiniz, en sonunda da kalkip kasaya gider ne yediginizi bir bir siralar, beyaz paket kagidinin üzerinde, sizden öncekilerin yaninda hesaplanmis olan borcunuzu öder cikarsiniz. tamamen sizin beyaninizdir hesabiniz, vicdaniniza ve hafizaniza birakilmistir. o kadar esnek kullanilir ki bu sürec, baktiniz cok kuyruk var ama vaktiniz az, bir daha ki gelisinizde ödemek üzere o gün pas gecersiniz hesap ödemeyi, kimse de pesinize düsmez "hayirdir kardes, hesap??" diye.
cok uzun bir süredir gidememis olmanin verdigi heyecan da vardi icimde, hayalini kurdugum kuru-pilav-ciger uclusunun tadi da damagimda. malum eskiden günlük, siradan olan seyler artik son zerresine kadar damitilmasi gereken aktivitelere dönüsüyorlar yurtdisinda yasayinca.
yukaridaki menümü cacik ile tacladirmis, dünyada benden daha mutlu biri olabilecegini düsünmezken gozum karsi masadaki sepetten bana bakan „köse ekmek“e takildi.
kücüklügümden beri ekmeklerin bu baslangic ve bitis noktalarina ayri bir zaafiyetim vardir; öyle ki ekmegin ucunu kesip icine peynir-domates-biber konarak yaptigimiz sandvicin adi „köse“dir bizim aile literatüründe. bir keresinde halamin gelinine „bana köse yapar misin?“ diye sormustum, o da bana uzun süre bos, anlamak isteyen gözlerle bakmisti. olsun, o da ögrendi ama sonunda.
garsondan sepeti isterken hic gerek yokken “canim köse yemek istedi de” gibi bir aciklama yapiverdim. yapmamla birlikte “abi seviyorsan ben sana getireyim daha ” dedi ve 6 adet ekmek kösesi ile geri geldi. 3ünü yedim ve artik daha mutluydum.
ofise döndügümde isvicre ekibiyle paylastim bu olayi ve gole cevireceklerinden emin oldugum pasi verdim: yukarida bahsettiklerimin basel’de gerceklesme sansi var midi, nedir? ve beklenen ilk gol baris’dan geldi; aynen aktariyorum:

farzedelim ki ayni boyutlarda bir ekmek basel'deki rest.da da cikiyor ve sen yemegini yerken onu da gormus olasin;

1- garson ile yemek esnasinda temas kurman cok zor. yani sen siparisi verdin o da getirdi. step by step yaklasimi ile yemegin sonuna dogru yalandan bir "ish guet zi?" diyecek ve sen hesabi isteyene kadar ortadan kaybolacak. arada bir sey istemen zor.

2- diyelim ki bi sekilde temas kurdun adama akici almancan ile "bana ekmegin kosesini" getir dedin. herif ekmegin kosesinin ne demek oldugunu literaturde anlasa bile fiziksel olarak anlamayacak. seni kanirtacak.

3- hadi oldu ya herife tarif ettin ve herif anladi, o da sana "ekmegi komple getirebilirim, size ozel olarak parca parca ya da sadece koselerini sunamam" diyecek

4- sen herife "ya kardesim parasi neyse ben vericem. ordan bana 6 tane ekmek satin al. koselerini kes bana getir gerisini ne bok yersen ye" dersen buyuk ihtimalle ya psikolojik rahatsiz muamelesi goreceksin ya da suratina aptal aptal bakacak.

sonucta yukaridaki stepler bitene kadar ne onunde yemek ne de sende istah kalacak. burnundan gelecek.

hemen sonrasinda emre skoru 2-0a getirdi:

zaten baris olayi gayet net aciklamis. hatta bu olay degil basel , isvicre'nin her kantonunda (fransiz ve italyan dahil olur). yukaridaki fiktif ornege, asagida -hem de italyan kanton ticino'da yasanmis iki gercek ornek eklenebilir:
- baris'in otobandaki dinlenme tesisinde, parmakla gosterip hem de "crem caramel" dedigi halde, kadinin israrla karamelli dondurma vermesi
- claire ile dondurma alirken, o’nun "cikolata ve cilek" demesi, benim de " aynisi arti pistachhio" demem ve herifin bana sadece pistacchio vermesi (bu benim essekligim kabul ediyorum. mado mu lan bu? yok aynisiymis da..adam gibi say hepsini)

ha bir de bu ulkede bi hizmet ya verilemez, ya da istemedigin halde yardimci olmaya calisip vaktini alirlar o da ayri mesele.

dun bahnhof eczane'deyiz. su benim horlama ilacimdan istedim. her gittigimde iki tane aliyorum ki yedek bulunsun. yoksa cok da onemli degil. dun kadindan iki tane istedim.
bi geldi:
eczaci: malesef bi tane var.
ben : tamam, sorun degil
ecz: isterseniz siparis vereyim.
ben: yok sorun degil. zaten bi kutu bir ay yetiyor. acelesi yok. (ulan al hesabimi da gideyim)
yaklasik 5 dakka bilgisayarda biseye bakar, oteki kasaya gider, gelir.ve 5 dakika sonra
ecz: eger biraz beklerseniz depoya ineyim bir bakayim belki vardir.
ben. yok tesekkurler. bir tane isimi gorur.

ulan arkada sira oldu. belki hayati bir ilac bekleyen bir var. benim horultu ilacim icin kadin dakikalarini harcadi, hem de ben istemedigim ve istemedigimi belirttigim halde.

buralarda isler böyle iste, bir seyler olmuyo. biraz daha anlatirim, sonra yorulurum herhalde, du bakalim.
bülbülü altin kafese koymuslar „hem aglarim, hem giderim“ demis.


sairimize kulak vererek; bis dann…


Bakiyorum Isviçreye vagonumdan,
Sehirleri cansikici olmali
belki sanatoryomlari eglencelidir.
Yasamak ister miydim
su gördügüm yerlerde
su saygideger adamlarin arasinda
Doksanimdan sonra belki...
Niye böyle seyler yazdim Isviçre için?
Belki kiskandigimdan
Kanli çölün ortasindaki küçük bahçeyi

. --> benim notum: üstad cogu yerde hakli, agir da girmis ama. bizim oralar da cennet degil ki kardesim. bu sebeple gidiyorum ama artik aglamiyorum.

Thursday, July 5, 2012

J'aime Pari

zor olacagi bastan belliydi.
ama bi o kadar da eglenceli gececegi tabii ki.

motivasyonlar:
  • gökseller, okullarin kapanmasi ertesine, bize de uydurup izinlerini aldilar, biletlerini ayarladilar.
  • efe'nin iki günlük daha izni vardi okulundan (anaokulundan!)
  • ozan bizde misafirdi
  • 6. ve son ziyaretimizin üzerinden 7 yil gecmisti; özlemistik.
karar: paris


haberli poz - sentetik
cumartesi gidis: mesafe kisa (~600km), yolculuk yapacak kisi sayisi da 4 olunca, ucak ya da tren opsiyonlari hizli birer alternatif olsalar da maliyet kalemi olarak kallavi etkileri oldugu icin dolustuk bizim emektar zarife'ye (opel zafira), vurduk kendimizi sabah 8de yollara. nevaleler (krosanlar, sütler, meyve, kraker, biskivü ve cdler) fullenmis basladik seyahate. ilk cd'miz efenin sectigi tabii ki rammstein'di. sonra annemiz teoman'la ortami yumusatti. ozan athena ile hareket katti yolculugumuza. sira bana geldiginde ise bünye sese doymustu zaten, sesi kistik iyice.

habersiz poz - organik
bizimki yemekte miz. sasirmiyoruz. krosani bile dogru düzgün yemiyor. bizse basta dünden kalan peynir ve salamlar olmak üzere her seyi silip süpürdük ozi'yle birlikte. fransa otoyolunun performansi bekledigimin, hatirladigimin cok üstünde. özellikle parali kismi. max. hiz 130km ama herkes 140'a kitlemis; biz de uyuyoruz tabii, cikintiliga gerek yok. zaten "radarla ölcüm var uyari" tabelasini gördükten sonraki 1 km icerisinde sag veya solda radari görüyor, kendinizi de buna hazirlamis oldugunuz icin pin pin geciyorsunuz yanindan. biri cis, biri de kahve, dondurma molasi olmak üzere 2 duraklama sonrasi variyoruz paris banliyölerine. zarife'nin vaginasyonu (efe'nin navigasyona verdigi isim) sehre girdigimiz andan itibaren cuvallamaya basliyor, eee paris de boru degil tabii ki, degisiyor zamanla. 15-20 dakikalik bir oryantasyon gecikmesi sonrasi otelimize giden yola giriyoruz.

nereden mi biliyorum? 10 sene önceki gelisimizde,¨su anda üstümüzden gecen metroya biniyorduk ve cok kalabalikti ve kotumun arka cebinde hissetigim ekstra basinc sonrasi arkami döndügümde cüzdanimi birinin elinde görmüstüm ve ani bir hareketle cüzdani elinden kaptigim gibi, korkuyla karisik bir mutlulukla arkami dönüp kapinin kapanmasini beklemistim. nasil mutlu olmayayim ki; tüm varligimiz fransiz frangi olarak o cüzdandaydi. neden frank peki? cünkü euro kullaniminin baslamasina daha 1 hafta vardi, yani o seferki 10 günlük gelisimizde hem bir yilbasini (nihayet) paris'de yasayacaktik hem de euro'ya gecis gibi bir tarihi olaya taniklik edecektik. böyle bir anda bes parasiz kalmak cok komik olurdu, eger ben o atak hareketi yapip cüzdani kurtarmasaydim.

neyse efendim, burasi paris'in kuzeyinde, göcmenlerin yogunluklu olarak yasadigi, zaten yogun oldugunu tahmin ettigim trafigin toplanmakta olan pazarin etkisi ile taclandirildigi bir yerdi. 5 dakikalik yolu yarim saatte ancak gidip odamizin yakininda bir yerde gecici olarak park ettik arabamizi. iner inmez ozan "aaaaa teyyze, sex shop varr burda!" cigligini atti dogal olarak. arabayi park ettigim yerin odamiza yakin oldugunu da dogal olarak biliyordum, cünkü odamiz tam moulin rouge'un yaninda idi. ama öyle böyle degil; tam yanindaydi...
odamizdan: ahan da kirmizi deyirmen ve yarini müjdeleyen gri bulut kümesi

cumartesi bulusma ve sonrasi: ev 4.katta ve asansörsüz. cikana kadar göbeemiz catliyor ama degiyor. dar bir girisin acildigi tahta zeminli koridor saginda mutfak ve tuvaleti gectikten sonra genis bir salona aciliyor; salonun sagdaki penceresinin önünde moulin rouge'un degirmeni dönüyor. koridorun sol tarafinda ise banyo ve yatak odasi var. 7 (yedi) kisinin ayni anda kalabilecegi bir ev icin cok genis ve temiz. asagidaki cemheri kalabaligin ve trafigin gürültüsü, camlarimiz sayesinde bize ulasamadan etkisini yitiriyorlar. oo la laaa.
ac birakmadik, acik birakmadik!
bir seyler yemek icin disari cikiyoruz. bistro kültürüyle alakasi olmayan sevgili oglumuza bi kase makarna, yegenimize de xl bi burger aliyoruz ve saliyoruz kaldirima. su da veriyoruz ki kuruyup panik olmasinlar.

biz ise hakim oldugumuz paris kültürümüz ile amelie'nin kafesi olarak bilinen iki degirmen kafesine (café des 2 moulins) oturup bira ve pattiz kizartmalarimizi ismarliyoruz. ikinci biralarda kafalar güzellesiyor. canavarlar da pattizlere uyanip yanimiza siziyorlar ki ikinci tabak da onlara gelsin. ama önce sokaga dagittiklari cöpleri güzelce atip, ellerini yikayip gelmeleri lazim. aslinda biraksak da mikroplari alip bünyeye hastalanip yatsalar, bir seyler ögrenseler ama onun da imkani yok ki maalesef.

arabayi park ettigim yerden kaldirmam gerektigi icin ayriliyorum. geri geldigimde cete yerinde degil; evdelerdi varsayimiyla akiyorum ama orda da yoklar. tam camdan geliyorlar mi diye bakarken bu sefer füslerin taksiden indiklerini görüyorum asagida. onlari yukari cikar, sebolara haber ver, herkes sarmas dolas olsun, efe'yle defne birbirine mesafeli ama özlediklerini belirtir bir yakinlikta hasret gidersinler, ama cabuk olalim cünkü cok acikiyoruz!
ekip uyumu had safhada! karar vericiler olarak biz de hizliyiz. zarife'ye sigisip akiyoruz st.germain illerine. anneleri kuyruga birakip biz park yeri ariyoruz ve 2. turda buluyoruz; cok sansliyiz. geldigimizde masamiz da hazir. gelsin kafe dö pari'ler, house-wine'lar le relais de l'entrecôte ortamlarinda...

hayat paylasinca güzel evladim!

garsonlar ilk defa bu kadar güler yüzlü (10da 1 neredeyse!). yemek bence güzel, bayanlar ve junirlar sosu biraz agir buluyorlar; ne gam? o la laaaa. yemek sonrasi pondezarts (pont des arts=tahta köprünün adi. tahta mi?) üzerinden notre dame'a varis, hatira fotolari cekilis, sokak göstericilerine hayretler icinde bakis, yorulus, üsüyüs, babalarin kosarak zarife'yi almaya gitmeleri, zarife'ye dolusma, gelmisken eiffel'i gece de olsa görme, otele dönüs, asagidaki insan seline ragmen cok güzel bir uyku cekis.

Notre Dame'da moda cekimlerine de rastladik iyi mi?

pazar ilk hareket: gökseller daha erken kalktiklarini söylüyorlar ama ben inanmiyorum. 10:00 gibi herkes hazir. perfect. pencereden edindigimiz ilk izlenim "biraz yagmur yagmis". daha dikkatli bakinca anlasilyor ki biraz degil bayagi yagmis. nasilsa öglene dogru diner diyerek atiyoruz kendimizi amelie'nin kafesine. 7 kisilik yer bulmanin verdigi ekstra sevincle, cok da anlayisli görünen cocuga siparisimizi veriyoruz; 2 adet krosanli, bir adet yimirtali kahvalti ve ek birseyler ismarliyoruz. ne geliyor peki? 2 adet yimirtali, bir adet krosanli kahvalti ve ek birseyler. ooo mon dieu! neyse cocuklar yine yüksek seviyede miz ve biz de ugrasacak enerjiye sahip degiliz, takilmiyoruz.

bana "miz"in resmini cekebilir misin abidin?

kahvalti sonrasi kurulan masalar, stresli garsonlar, sirada bekleyen müsteriler filan fütun'a viz geliyor, tiris gidiyor: cünkü onun amelie ile fotograf cektirmesi lazim ve bu noktada dünyanin onun etrafinda dönmek disinda bir görevi olamaz. bi de öyle ki tek poz da yetmiyor, tekrar tekrar cekiyoruz. neyse efenim kahvalti bitiyor, cikiyoruz ama yagmur bitmemis. cipil cipil yagmaya devam ediyor. atliyoruz metromuza ver elini müze dorsay (atilla dorsay'in aile müzesi gibi di mi? saka saka, gercegi musee d'orsay). o da ne? tabii ki "hava kötü, hadi bugün müze gezelim" diye düsünen tek akilli biz degildik. 80 öncesi gaz kuyruklari gibi bir sey, bekle bekle bitmez. allahtan cok olmanin avantajini devreye aliyoruz da, ikiye ayrilip kuyruk ve kafe olarak dagiliyoruz. sonra dönüsümlü olarak yerlerimizi degistirip yaklasik 40 dakika sonra giseye variyoruz. bu arada bu kücük tatilin en uzun konusmasini yapiyoruz fütun'la. yok yok moda cekimleri filan degildi konumuz; corporate hayat, istanbul'da hayat, türkiye'de hayat, cocukla hayat, bidi bidi...
müze dorsay eski bir tren gariymis. iceri girince ki genis ve ferah ortami gören biri bu bilgiye sahip olmasa da anlar bunu ya, gercekten disardaki piti piti yagan yagmurdan sonra cok iyi geliyor burasi. ilk odada van goghlar var. 30 küsür yasinda ölmüs adamcagiz. ne derdin vardi da kestin kulagini, vurdun kendini diye düsünmeden edemiyor insan. bir de resimlerinin güzelligine kaptirinca anliyorum ki dahilikle delilik arasindaki ince cizgiyi gecmis kendisi. efe resimlere miz ediyor, begenmiyor, cikmak istiyor. ama döndükten sonra kendi yaptigi ilk resimde orada gördügü bir teknigi uyguladigini söylüyor ki gercekten de güzel uygulamis danam benim.

müzenin en üst katinda (bu noktada haydarpasa gari'nin da rahatlikla bir müzeye dönüstürülebilecegini düsünüyorum. hatta cok güzel bir mozaik müzesi olabilir kendisinden, yillar önce hatay'da dinledigimiz gibi müze yetkililerinden; malum büyük mozaikler bir yere serilince yüksekten bakmak eserin bütününü görmek icin daha faideli oluyor.) amelie filminde de önemli bir yeri olan renoir resmini görmekle benim enerjim bitmis oluyor (diye düsünüyordum ki simdi kontrol ettim! flash, flash, flash! filmdeki tablo gördügüm tablo degilmis. hafiza nasil bir sey bak, insanoglu nasil da kaniyor zort diye ilk gördügüne, ilk düsündügüne bak.)
d'orsay'da bu var, ama filmde yok
bu filmde var, d'orsay'da yok
yemegimizi müzede yiyoruz. efe makarnayi silip süpürüyor. defne noodle'da benzer bir performans sergiliyor. ama ikisinin de motivasyonu benim ozan'la paylastigim ekler pastasinda onlara söz verdigim ince dilimler ;)


pazar ikinci hareket: yagmur durmadigi gibi, hava da sogudu. ama bi de "civi civiyi söker" modundayiz. atliyoruz metromuza dogru monte mart civarlarina. amacimiz skara kör (sacre coeur) civarini gezip bohem hayatin tadina varmak. sanirim daha yüksekte oldugu icin, suratina carpan "ahmak islatan" damlaciklar daha bir soguk. klisenin önündeki merdivenlerden degil eiffel, paris'in yarisi görükmüyor. ama dedigim gibi full motiveyiz. önce kliseyi geziyoruz. iceride ayin var. abi fransizca konusuyor, müzikler, ilahiler güzel bir fon olusturuyor. 2 EUR yazan kumbaralara 20'ser cent atarak cocuklara mum yakma iznini veriyorum; 2 EUR'ya mum mu olur allasen peder efendi? sonra merdivene cöküp dinleniyoruz. efe "baba, bu kilise de kötü kilise miydi?" diye soruyor, italya'da ona bahsettigim engizisyon uygulamalarini tabii ki unutmayarak (bkz.roma gezisi). dilim döndügünce iktidar, güc, baski, isyan, yeni iktidar, vs döngüsünü anlatiyorum. anliyo gibi. en sonunda bu kilisenin iyi oldugu noktasinda anlasiyoruz. bi sekil hz.isa'ya sardiriyor ama kivrak manevralarla siyriliyorum mevzudan büyümeden.
o gün paris'in en renkli seyleri bizdik sanirim
sonra parkin oraya geciyoruz. yagmur saganak gibi artik. semsiyeler de yetmedigi icin yagmurluk boyutuna geciyoruz hanimla. renk secimimiz pek uygun düsmese de tribün kisiligime, katma degeri cok yüksek. sonra mitler de aliyor bir set, papagan ailesi gibi renkli bir sekilde bir cafeye oturuyoruz. crem brüleler, muslar, beyaz biralar, sosisler,.....islak, soguk ama bi o kadar da keyifli bir dinlence oluyor. sonunda erkekler, kizlar ayriliyoruz. önce biz dönüyoruz eve. aralarindan gectigimiz sex shoplarin, erotik ortamlarin juniorlara bir sey ifade etmemesi cok komik geliyor bana. neredeyse 4 metro duragi yürüyoruz, ha simdi geldik, aha simdi geldik deyu deyu. eve vardigimizda hepimiz bitmisiz. yataklara atip kendimizi tv esliginde serbest zamanimiza geciyoruz. energizer tavsani bayanlar yaklasik 1 saat sonra tesrif ediyorlar. onlar da dinleniyorlar allah icin diger ölümlüler gibi.

pazar final action: önceki gelislerimizde en az bir kez yedigimiz falafeli bir de göksellerle tadalim diyoruz. atliyoruz zarife'ye (metro ile aktarip, yürüyemeyecek kadar yorgunuz) plas des voskes'e(place des vosges) kadar gidiyoruz. ancak mekanlari bulmak tahmin ettigimden zor oluyor. döne döne, hissede hissede varmaya calismak pek bir sonuc getiremiyor. grupta acliktan mürekkep huzursuzluk artiyor, hissediyorum. efe en disavurumcu; agliyor adam resmen aciktim diyerek. ki bunda babanin acigini yakalamanin, babanin huzursuzlugunu hissetmis olmanin tatli bir keyif sürmesi de var tabii ki; ulan efeeeeeee!

önce gözün doymasi lazimmis!
lokal beer rullaz!
bakkallar, cafeler allahtan "falafel, jewish restaurant" seklindeki turist sorularima sicak yaklasiyorlar da enn sonunda yerellerin de gittigini düsündügüm bir rest buluyoruz. frnasizca-ibranice yazilar, icerideki masa düzeni, yemek fotograflari, icerinin kalabalikligi, kosusturmasi bildigimiz degil ama dogru yerde oldugumuzun habercisi gibiydi. bir de tv'da ingiltere-italya maci vardi ki, ohhhh kaymakli ekmek kadayifi. canavarlara makarna-köfte, ozan'a tavuk, bize de freni bosalmis kamyon gibi falafeller, patlican kizartmalar, humuslar, ooo yee beybe! biramizin markasi da maccabi. bi an "acaba" diyorum "bu da bizim efes gibi alkolden kazandigini baskete mi yatiriyor ki?". bakiyorum internete öyle olmadigini görüyorum, isim benzerligi sanirim. bilen varsa elini kaldirsin. yemekten sonra kahvemizi de ismarliyoruz penaltilar atilirken, ohh. sebo "süt veya krema var mi?" diye soruyor garsona. "kosher mutfagina uygun olarak ayni anda süt ve et satmiyoruz" diyor. sebnem sonunu yakalayabildigi icin "yok et istemiyorum süt istiyorum" diyor. "she's from blacksee area" diyorum. cocuk "OK I understood" diyor. mübalaga ediyorum tabii ki sebnem'ciim!
cikip bi hava aliyoruz. o esnada bana da cok faydasi dokunabilecek bir ürün görüyoruz. bravo diyoruz yaraticisina.
bir zihni sinir projesi degilse ne?

penaltilar da bittikten sonra atliyoruz zarifemize, doooru eiffel'e. neden? cunku 15 dakika sonra geceyarisi olacak ve kule fildir fildir isiklanacak. sen kenarindaki yollarda bir yilan gibi kivrilarak basariyoruz; saat 23:59 ve biz eiffel'i göbekten gören bir yerde konuslaniyoruz. paris denince aklina gelen iki seyden biri bu olmasina ragmen, kontes isiklar yanmaya basladiktan 2 dakka sonra mizmizlaniyor ve "hadi gidelim"e basliyor
==> anliyoruz ki 6 yasindaki bireylerin en tutkulu istekleri bile aslinda ossuruktan teyyare bir yogunluktadir.



pazartesi-sali: uzatmayacagim artik. pazartesi güzelbir disneyland deneyimledik. pestilimiz cikti, sinirlerimiz bozuldu sonunda. acik büfe restoranda patlayincaya kadar yemek ve hala aklinin tatlilarda olmasi gibi bir duygu bana göre bu thema parklar. en az 2 gün lazim eger her seyin dadina bakilacaksa. sali da otelden cikislar, ozan'i havalanina birakislar, sehirde göksellerle bulusmalar, sakinleme, sohbet, bu tatilin bir özeti gelecek tatilleri kaba planlamasi, güzel bir dönüs yolculugu, bitime 1,5 saat kala 110km/saatlik yerde 120 ile fotograf cektirmelerle gecti, gitti, bitti. bakalim ne ceza gelecek? amaaaaannn ne gelirse gelsin, bizm havamiz iyi olsun.

eveeettt; göksellerle yeni tatillere akmadan 2 muhtesem video ile veda ediyorum!
ooo mon dieu!!!



ve de bombastik bir calisma (00:45 sn'de esas kizin aksiyon sahnesi var)

Monday, June 11, 2012

mr., mrs. and jr. kabadayi are on holiday

yine tatil, yeni tatil

motivasyon I: almancasi "pfingsten", türkcesi "hamsin yortusu" olan bir tatil var burda. paskalya'dan 50 gün sonra oldugu icin mayis-haziran aylarinda eda ediyoruz her sene ama fix oldugu bir nokta var ki, o da her daim pazartesiye denk gelmesi. üstüne 1 gün de izin alarak loooong weekend yapilmaz da ne yapilir?

motivasyon II: kralicemiz su haberi okumustu "globe tiyatrosu, shakespeare’in kaleminden çıkan 37 eseri, 37 farklı dilde sahneleyecek. bu 37 farklı dil arasında türkçe de olacak. shakespeare’in türkçe olarak sahnelenecek eseri “antonius ve kleopatra” da antonius’u usta oyuncu haluk bilginer oynayacak. böylece bilginer, shakespeare’in ünlü eserini, shakespeare tiyatrosunun kalbinde, türkçe olarak sahnelemiş olacak."

karar: 3 ay sonra tekrar londra

cuma varis: tabii ki easyjet ilen öglen inis. artik hakim oldumuz yollardan sehre ve otele varis. zamaninda projeler sebebiyle pek cok geceler gecirmis oldugum hilton zincirinde birikmis puanlarim sayesinde, regent caddesine cok yakin bir noktada konakliyoruz bedava bir sekilde. bir de üstüne danamiz sebebiyle odamiza ek yatak koymalar, bu sebeple de odayi upgrade etmeler, üstüne her gün resepsiyonda ikram edilen cukulatali kurabiyeler, iki adim mesafedeki carnaby, on arsin ötedeki soho, ohooo; what a wonderful life.
3d UK flag
cuma sonrasi: ilk plana göre fulvia aksam bizi bir "gastro pub"a götürecekti. bulusana kadar soho civarini gezelim dedik. ama iste gezip oranin renklerini, civilini görünce de ayrilmak zor geliyor. hemen bir iki telefon, plan degisikligi ve fulvia ile ortamlarda bulusma. benim icimde "ulan bu sefer bir cin restoranina sokabilir miyim bu iki keci hatunu?" sorusu, sohbet ede ede geziyoruz. öncelik danamiza verdigimiz hamburger ve m&m sözünü tutmak. o esnada sabahtan beri aptal eden rüzgar da siddetini iyice arttirinca artik icimdeki ümidi bir kenara birakiyor ve hoooop dogru busaba eatthai ortamlarina atliyoruz tekrar. yine basarili, yine lezzetli. ten points.
yemekten sonra fulvia'miz bize yeni mekanlar gösterte gösterte carnaby ortamlarina dönüyoruz. kahve icecek yerler kapanmis, publar, barlarda da kahve servisi bitmis cogunlukla (bkz. roma gezisi). en sonunda shakesepeare's head pub'inda oturmadan teyid aliyoruz kahve verilecegine dair ve üst kata geciyoruz ekipce. o esnada ekim kardes de bize katiliyor; daha kabadayilarin ne menem bir vampir oldugunu bilmiyor kendisi. o ana kadar hep dr.jekyll olarak tanidigimiz fulvia bir anda mr.hyde moduna geciyor; cünkü barmeid'imiz "kahve yok" deme gafletinde bulunuyor kendisine. neyse asagidan manager abla geliyor da, konu ilik bir kahve ile baglanip geceye devam ediliyor. ben daha klasikim (elmali) cider konusunda. cilekli filan beni bozar diyorum. gaflet uykusundayim yani.

sicak dakikalar azz sonra!
gecenin sonunda odamiz 2 adim ötede, danamizin uyumasi 5 dakka sürmüyor.
cumartesi: dünden gözümüze kestirdigimiz bir kafeye kitlendik, gittik. icerde 5 masa filan var, kücük ara sokaka muhallebicilerini andiriyor. 8den 6'ya kadar acik, kahvalti ve öglen servisi var sadece. gittigimizde bir cift var iceride. ispanyolca aksanli garsonumuz (hondurasliymis) cok tatli. mutfaktaki abiler de.
bal-kaymak ve menemen ister deli gönül
dün gece o kadar yüklenmisim ki bünyeye, yogurt-bal-müsli gözüme padisah sofrasi gibi geliyor. o esnada yeni müsteriler geliyor. biri dün geceden kaldigi belli olan, günes gözlüklü, sortunun üstüne ceket giymis, ismarladigi kahveler hazirlanirken dolaptan kaptigi 1 litrelik suyun yarisini bir cirpida icen abi bir enerji getiriyor iceri. gerci ondan önce gelip, sebnem'in arka masasina oturmus olan amca, her zaman gec kaldigi kiliseye bu sefer vaktinden önce gidip sevinmisken, günün cumartesi oldugunu fark edip yasadii hüznü paylasti sebnem'le. ve de manchester united taraftariymis. "ne ictiysen aynisindan bize de söyle" dedim. kahvalti bitiminde önce westminister'e gittik. otobüsten indikten 5 saniye sonra "fotoraf makinasini aldiniz di mi?" diye soran sebnem'i duyan firat, tam kliplik bir performans ile otobüsün pesinden kosmaya basladi. arada insaat iscilerinin "hey what the f.ck are you doin'?" türü tezahüratlariyla kosmaya devam etti. ahan da karsiya ecmek zorundayiz? ohh yesil yayalara, devam. trafik de tersten akiyo, girmesek göbekten bi otbüse neyin? ooooo otobüsü yakaladim, durakta binerim. oooo kirmizi yandi. en icten vücut dilimle "kapiyi acar misiniz, kameramiz yukarida kaldi da" cirpinisimi anlayan afro-ingiliz soföre saygilarimla. bir sonraki durakta nefes nefese, iki büklüm inmistim otbüsten ama kameramizla birlikte. efe'nin gözünde "10 kahramanlik puani" aldim ama en az; cok müsterihim.
westminister önünde deli kuyruk ve deli giris ücreti. hemen uzuyoruz.
süperbaba birazdan ayni otobüse yetisip kamerayi kurtaracagindan habersiz...
sean paul'de de giris ücreti var ama en azindan kuyruk yok. ben yüce kralicem ve prensimden izin alip, bahceye yatmaya gidiyorum. onlar da 500 küsür merdiveni cikip aziiz londra'ya söyle bir tepeden bakiyorlar.

sean paul'den london
ice-cream stop


döndüklerinde kücük bir mola verip dondurmali, borough market ortamlarina aktik. cumartesileri zirve yasayan bu mekanda ben kuzu etli köfte, eleman ravioli ve gnocchi, kralice de bi sekil börek yidi. en az yarim gün gecer orada yiye ice amma, devam etmek lazim gezmeye görmeye, saatler akiyor. bu temenniyle girdimiz kafe aslinda ercegin hic de öyle olmadigini österiyor ve bizi yaklasik 1 saatlik bir dinlenceye buyur ediyor. hemi de thames manzarali.

dancing navigator at cafe costa
yarinki oyunun biletlerini almak icin shakepeare globe ortamlarina akiyoruz. ahan da haluk, emre, mert abiler, zerrin ablalar hayranlariyla foto cektiriyorlar. biz de entegre olduk, cektik fotolarimizi, aldik piletlerimizi.

Antony and Dew
yemek icin fulvia ile bulustugumuzda coktaan acikmistik. midpoint benzeri bir ortamda cesitli yiyeceklere verdik kendimizi. bu günün anlam ve önemi olan örövizyon yarismasini seyredecek bir pub, bir bar, bir pavyon olmayisini da cok elegan bir vampir hamlesiyle hallediyoruz: ekim kardes az ötede oturuyor ve nazik teklifimizi geri cevirmiyor saolsun. kösebaslarindaki hint lokantalariyla benim icin bir cenneti andiran mekandaki bakkal yüklendigimiz iceceklerle oylamaya yetisiyoruz. ilk defa cilekli (ve limeli) cider iciyorum. sen ne güzel seymissin öyle? kedi canini senin.
fulya verdigimiz gazla ve mert firat yüzünden, ekim ve sevim de fulya yüzünden yarin ki oyuna gitme karari aliyorlar. bir kez daha san'at kazaniyor.

rekorderlig candir
pazar: kahvalti icin fulya ve sehnaz ile bulusuyoruz. sehnaz ile 30 yil sonra görüsüyoruz aslinda. ilkokuldan arkadasim ve ilkokul bittikten sonra 1 ya da 2 kere görmüsümdür kendisini. yillaaaaar sonra facebook denen cennetlik icat sayesinde bulduk birbirimizi, kismet ,o gün de birlikte bir seyler yedik, ictik. ki yalniz degildik. planladigimiz gibi fulya da vardi ama yan masada da mert firat ve emre karayel de vardi. koca londra'da baska yer mi yoktu, secret'in fulya'ya bir mesazimiydi bilmiyorum ama fulya paralizeydi ve recover olacak gibi görükmüyordu. allah'dan thames boyu yürüyüp cilekli ciderlari caktik da; nesemiz yerine geldi tekrar. cok yasa cider, ama cilekli!

I saw the light
oyun güzeldi. antoni ve kleopatra; veya tam tersi. shakespeare's globe ilginc bir yer. 3, 4 kat oturma yerleri var. sahnenin tam önü ise ayakta seyircilere ayrilmis. viyana operasi'nda da biletleri oyun günü satisa cikan, oldukca ekonomik fiyatli, sadece ayakta seyirci kabul edilen yerler vardi. bu sayede önceden bilet alacak zamani ve özellikle de parasi olmayan seyircileri korumayi hedefliyorlardi. biz de siraya girip gitmistik ama oyun bayagi bir kasmisti.
neyse efenim, globe'un üstü acik. gecen ucaklarin, helikopterlerin gürültüsü oyunu eziyor. bizim seans tam öglendi mesela, bayagi bir insan oldukca yogun günes isinina maruz kaldi. yagmur yagsa cok net islanacaklardi.

oyun cikisinda greenwich'e vurduk kendimizi. dogu'yla bati'nin ayrildigi yere gittik, birinin teknolojisini, öbürünün ahlakini aldik.
otele dönüp, bi soluklanip vurduk bünyeyi hint yemeklerine. ooo my god! her seferinde oldugu gibi yine "abartmiycam" diye baslayip kalp carpintisi sinirinda kalktim masadan. günün kazanani farkli yemekleri kendi istegiyle tadan ve devam eden dana'mdi. ooo beybe.

danam yürada
pazartesi: hizli bir kahvalti sonrasi biz akvuryuma, sebo da sokaklara atti kendini. kücük ama eglenceli bir akvaryum kendisi, ama gidilmese de olur. benim icin unutlamyacak 2 anidan birincisi, tropikal bölümündeki, koca duvari kaplamis boydan boya baliklari gördügü anda efe'nin agzindan cikan "baba yüradayim sanki!" (yüra=rüya) lafi oldu. digeri ise cikista söyledigi "babacim cok güzel bir geziydi, tesekkür ederim!" demesiydi. 1-1de kendisine dana dedigim, onun da bana "öküz baba" diye karsilik verdigi düsünülürse, insanlik icin kücük ama benim icin büyyüük bir adimdi.




bone collector
yimegimizi de yidikten sonra anneyle bulustuk, odada dinlendik ve fulya'ya kavusmak icin leicester square ortamlarina aktik. kendisini beklerkene tabii ki cilekli ciderlarimizi yudumluyorduk. babysitter'imiz geldi ve gaziyla efe 6.disini londra'da düsürecek son hamleyi yapti, ta taaaa. aksama kutlayacak bir seyleri cikmisti; cünkü biz anneyle "singing in the rain" müzikaline gidiyorduk. onlarsa 2 kiz ve bir bebe olarak sgabetti ve dondurmaya vermeye kendilerini.
londra'da müzikal seyretmek cok güzel oluyor. ama "oyun hele bir baslasin, sonra asagilara daha güzel yerlere gecerim bosluk olursa" stratejisi pek tutmuyor, onu da bastan söyliim. her katin giris ve cikislarina inzibat subaylarini dikmisler, nefes aldirmiyorlar valla.



sali: son gün sebo danayi aldi fulya'dan ve birlikte national history museum'u gezdiler tekrar. mavi balinalar 60 metre mi 30 metre mi sorusunun cevabini teyit etmek icin. 30mus :(
ben de otelin yanindaki le pain quotidien'e konuslanip önce kahvaltimi yaptim, sonra da ögle yemegimi yedim; bi yandan da wireless üzerinden sirkete baglanip islerimi hallettim. teknolojiyi ve bu teknolijiyi bizlere sunan cafe ve restoranlari seviyorum.

sonuc: servet ödeyerek aldigimiz 2 yillik ingiltere vizesinin amortisman payini bir nebze düsürmüs oldugumuz icin mutlu mesut, memleketimize döndük. bir hafta sonra gelip, kralicenin elmas yildönümünü (60.yil) kutlama törenlerini kacirdigimiz icin buruk bir mutluluktu bu ama olsun. 65i yakalariz dedik.

long live queen
best regards.