Monday, December 5, 2011

Bambi


los bir kasim sabahi.
pazartesi.
8'e gelmeden kalkilmis; okul basta, is ve günün geri kalaninin hazirliklari yapiliyor.
son lokma yendi. kalan süt icildi. dis fircalandi. uzun kollu üzerine t-shirt secildi, giyildi. artik evden cikmak lazim. yoksa okula gec kalinacak.
cok siradan.
birden buralarin sessizligine uymayan bir patlama sesi geliyor. öyle siradan bir ses degil. ates ediliyor. hem de cok yakindan. ilkinde anlamiyorum ne oldugunu. sonrakinde uyaniyorum. kraliceye caktirmiyorum. pirensin zaten haberi yok....

10 gün önce:
posta kutusundaki fatura zarflarina yine bir duyuru metni eslik ediyor. sokaktaki kanalizasyon calismasi, kaldirim düzeltmeleri, fare eylem plani gibi konularda gelen bir metin olsa gerek. önce anlamiyorum okudugumu; artik nasil bir kelime dagarcigindan cektiysem kelimeleri ve nasil bir ruh halindeysem; dere kenarinda gereginden fazla büyümüs otlarin islah edileceginin bilgilendirmesi olarak algiliyorum. "eh be kardesim bundan bana ne derken?" biraz asagida "tecrübeli avcilar, hizli bir sekilde öldürme, polis, veteriner" gibi kelimeler dikkatimi cekiyor asansöre binerken. yeniden okudugumda anliyorum ki; balkonumuzdan kenarini gördügümüz, pirensimin ara yoldan okula giderken ona eslik eden schwarzpark geyikleri/ceylanlari; topluca yasamalari icin öngörülen alana sigmaz, hastalik riski, aclik ihtimali, vb. tasir olmuslar. ve inek gibi, domuz gibi evcil hayvanlar olmadiklari icin bir yerlere de tasinmalari mümkün olmadigindan, avcilar tarafindan vurulup, sayilari öngörülen miktara indirilecekmis.
(http://www.blick.ch/news/schweiz/basel/hier-wird-das-hirschessen-gesichert-188198)


evden cikana kadar -sanirim- 4 el silah sesi duyuyorum.
bunun; secilmis, en yasli 4 bambinin ölümü demek oldugunu düsündügümde icimi bir ürperti sariyor.
vejeteryan degilim. bu sebeple "ay ne vahsi, ne gerek var öldürmeye, peace for the animals" diyecek degilim. ama yine de duydugum ses ile biten bir hayatin arasindaki dogrudan iliski rahatsiz ediyor beni.
ister istemez "schindler's list"i "the pianist"i düsündüm. buna benzer olaylarin, cok degil 70 yil önce, su an yasadigim yerlere 100 km mesafede, insanlar icin yasandigini düsünüyorum.
bu satirlari yazdigim, 15-20 yil önce sniperlardan kurtulmak icin carsaflarin gerildigi carsisinda az önce yürüdügüm saraybosna'dakilerin hissettiklerini düsündüm simdi de. kendi ülkemi düsündüm. ates gercekten düstügü yeri yakiyor.

yillar önce seyrettigim alacakaranlik kusagi'ni hatirladim; paraya cok ihtiyaci oldugu anda ortaya cikan bir adamin verdigi kutudaki dügmeye basarsa cok uzaklarda, hic tanimadigi birinin ölecegini ama kendisine de ihtiyaci olan paranin verilecegini ögrenen kahramanimizin, bir süre acmazlar yasayip sonunda dügmeye basisini, ihtiyaci olan parayi alip rahatlayisini, bir süre sonra ise kutuyu kendisinden alan elemanin "kutuyu ne mi yapacagim? cok uzalarda, seni tanimayan birine verecegim!" cevabini aldigindaki surat ifadesini hatirladim.

geyikcikler usulüne uygun pisirilip, afiyetle yenilecekler.
katledilen insanlar ders almasini bilenlere ders olup baskalarinin hayatlarini insanca sürdürmesine hizmet edecekler -umarim-.
zaten her türlü, her hangi bir taassuptan kafasini kaldiramayanlar icin yapacak bir sey yok.
ne diyim; allah kimseyi o kutuya muhtac ettirip, sonra da "o benden degil ki zaten" diyerek dügmeye bastirmasin.

http://www.youtube.com/watch?v=j1VL-y9JHuI&feature=related

Wednesday, October 19, 2011

eh be


koca cumhurbaskani kalkmis "intikamı çok büyük olacak” diyor.
arkadasim sen sokaktaki adam misin?
neyin intikami?
dokuz yildir bu ülkeyi yöneten sen degil misin?
insallah senin oglun büyüyene kadar bu olay cözülür. ya da basbakanin ki gibi ya yurtdisinda calisip bir ayda yirtar askerlikten, sirtina aldigi türk bayragiyla kislasindan ugurlanirken.
sonucta yan gelip yatma yeri degil orasi.
intikam filan alma.
utan.
istifa et.
hata yaptik de.
ya da olur böyle seyler de.
"ödenecek bedelleri o genc cocuklar ödüyor. cark böyle dönüyor" de.
ama intikam alma.
kabile devleti misin sen?
intikam sözünü agzina bile alma.
cöz artik bu isi.
dokuz yil be kardesim.
eyyamcilik yapma.
federasyonu mu önerirsin, konfederasyonu mu, yerel meclisleri mi bilmiyorum ama tek bayrak, tek vatan, tek dil, vs modeli tekliyor artik.
yeter artik.
kimse bana insan hayatindan degerli bir seyle gelmesin.
önemi var mi bilmiyorum ama kendimi oglum ve ailem disinda bir sey icin feda etmem.
oglumu ise; hic bir sey icin feda etmem.

Saturday, October 15, 2011

ah istanbuuul, istanbuulll olaliiii......

jilet gibi uyandik.
apartman mantolama ekibinin matkabi kafama 30 santim mesafede ilk burgusunu attiginda saat 0830'du. tüm tatilimiz boyunca bu saatte ve bu gürültü seviyesinde uyanmak ve günü gecirmek pek hos degildi tahmin edilebilecegi üzre. hele hele apartmanin 4 yüzü oldugu düsünülüp, baslangic yüzünün bizim odanin tarafina denk gelmesi de akillara hemmen cöldeki bahtsiz deveyi getiriyordu.
bi yandan da iyi olmustu bu erken kalk borusu, cünkü iptal ettigimiz pöti tatilimiz (ki yüzyilin yagmurlari sellere dönmüs, "oh ne güzel, ekim basinda hava güzel olur, biz de söyle bir kacamak yapariz" düsturuyla aldigimiz promosyon ucak biletlerinin elimizde patlatmis, öte yandan da "zararin neresinden dönülse kârdir" sözünü teyit etmisti bi kere daha) sebebiyle full time istanbul'daydik ve yapacak cok sey vardi.
güne beyaz firinda pattizli sarma, kiymali pogaca, cay ücgeniyle basladik. sonrasinda ben ve danam sinemaya gittik. 3d olmasa da cars-2 cok eglenceliydi. özellikle danam "karsiki" seyretmekten cok memnundu. bir yandan da sansliydi, cünkü senaryo o kadar karisikti ki annesiyle gelmis olsa büyük bir ihtimalle pek cok noktada soru isaretleriyle bitireceklerdi filmi. oysa benim gibi ustun bir deha ile seyrederek tüm bosluklari tek tek doldurma sansina sahip olmustu danam.
"karsiki" bittikten sonra dooogru babaanne corbasi uzmani, babaanneye aktik. beklendigi gibi 2.tabak ben cikarken doldurulmustu bile.
kültürekimi'nin sonraki safhasinda kralice ile birlikte idim. önce "bir zamanlar anadolu'da"ya gittik. nuri abi yine tablo^2 döktürmüs, dialoglar vs yapistiriyor koltuga (elma tuzagina ben de düstüm itiraf ediyorum). filmi bitirip az biraz kritikini ederek -ki eksik noktalari birlestirmek icin seyretmis diger insanlarla konusmak ve tartismak istiyoruz, tekrar seyretmek biraz uzak bir ihtimal- arabaya atliyoruz ve ver elini genelde avrupa yakasi, özelde taxim!
fsm köprüsü avrupa katilimindaki trafik yogunlugu, baska bir deyisle 1000 seridin 4,5 seride inme cabasi beni bile hayretlere, "eskiden nasil bir hayatim varmis burada, gelirsem nereden, nasil baslarim?" sorularina gark etti.
neyse efenim, biraz gecikmeli de olsa -ki kacirilacak bir sey olmadan yapilan yolculuklari cok seviyorum- taxim'e vardik. tarlabasi'ndaki kasimpasaspor acikhava park alanina park ettik. tepeden yarisi görünen rte stadinda antreman yapan milli takim hakkinda otoparkci ile bir iki geyik cevirdik ve gaspar noé'nin irreversible'ina cok rahat ev sahipligi yapabilecek tuyap otopark'dan gecerek istiklal'e vardik.
caddenin profili benim lise ve universite yillarimdan (20-25 yillik bir gecmis anasini satiim) beri ya cok degisti ya da ben yaslaniyorum artik ("en cok ne ozledim peki?" sorusunun cevabi ise tartismasiz akm'nin cep sinemasi olur. orada ne filmler seyrettim allaaam yarebbim. en cok aklimda kalan ise marcello mastroianni'nin stanno tutti bene'si idi. daha sonra robert de niro da oynadi ayni rolu ama ilkinin tadinda, sicakliginda degildi).
o günkü yemek rejimimizi o kadar güzel ayarlamistik ki, an itibariyle hem karnimiz acikmis, hem uzun süredir ciger sis yememis, hem tünele yaklasmis, hem de kültürekimi'nin son aktivitesi olan tiyatro'dan önce 1,5 saatten fazla zamanimiz kalmisti. yukaridaki giristen de anlasilabilecegi gibi canim cigerim'de dünyanin en mutlu iki insanina döndük. o by default gelen yesillikler, soganlar, izgara zebzeler, gavurdagi, lavaslar...pesisira 5erli bloklar halinde masaya birakilan demir sislere özenle dizilmis cigerler, acisiz salgam suyunun cenenin gerisinde olusturdugu kamasma hissi, ah¸ mon dieu!!!!
kontrolsüz yemek konusunda eline pek cok kez kozlar verdigim sevgili kralicemin 2. ya da 3. dürümünde "hiiii, lavasa koydugum gavurdaginin suyu akiyormus böyle ellerime" tesbiti, görsel hafizamda coktan yerini almis olan "parmahlardan akan ama bileklere gelmeden durdurulan domatesli su" imajini daha bir unutulmaz kildi. sonucta kendisi 1 sis = 1 dürüm seklinde ilerledigi icin beklendigi gibi tikandi ve ben 12 sisi 6 dürüm ile toparlayarak bu büyük ve mutlu ayini bitirmis oldum. müesseseden caylarimizi da icerek tiyatroya gectik.
iksv'nin sishane'deki binasinda, önce alttaki tasarim tükkanini gezdik. sanirim ilahi bir pointer'in dürtmesiyle luis buñuel'in (kendisini daha 2 gün once midnight in paris filiminde tanimis idik) belle de jour filmini buldum ve basel'de dizisiz bir aksamda seyretmek üzere aldik. besbin tl'lik duvar süslerine gülümseyerek bakarak tiyatro "sahne"sine gectik.
"önce bir boşluk oldu kalp gidince ama şimdi iyi" oyunun adi. hikaye, kurgu, oyunculuk 10 numeroydu bana göre. fuaye ve salonun oturma düzeni biraz kastiranzi olsa da oyun sonunda surata yenen tokat ve koltukta kalis ve gark edilen düsünceler ve "ulan su anda, su alemde kac bin hayat birbirine paralel dönüyor?" sorusu hos bir sâda olarak kaldi zihnimde.
oyundan sonra bir late tour icin tekrar ciktik istiklal'e. o kadar cok cay icmistik ki cigercide, bir yere oturmak, cay kahve icmek gelmedi icimizden (ki bu haziranda antalya'ya kar yagmasi gibi bir durumdur olasilik hesaplamasi acisindan). donuste mephisto'ya ugrayip geri dönüs icin bir kac dvd, vcd, dergi ve tabii ki luis buñuel'in hayatını anlatan otobiyografik kitabı "mon dernier soupir (son nefesim)"i aldik. kendimden ümitli degilim ama kralice "ben okurum, merak ettim" dedi.
ve nihayetinde bu güzel ve uzun günümüzü bitirip, trafike takilmadan 8 saat sonra matkap ya da cekic sesiyle uyandirilacagimiz sakin evimize geri döndük.
istiklal caddesi denince aklima gelen baska aglak bir sarki var kemanla calinan ama onu bulamadim.
söyleyen katil matil ama bu da güzel bir sarki: http://www.youtube.com/watch?v=NrgcRvBJYBE

Friday, September 30, 2011

topagaci - director's extended cut


ilk baharin kendini hissettirdigi bir pazar aksam uzeri efe'yle parka top oynamaya gittik, burda basel'de.

"baba topu diksene yine, agacin ustune carpsin ordan seyler dokulsun" dedi.diktim, pitir pitir yapraklar filan dustu, cok sevindi. "bi daa" dedi.bi daa diktim; yapraklar dustu. ama top dusmedi. leylek yuvasini andiran canak gibi bir dal huzmesinin ortasinda kala kaldi.muhendis bir baba ve asiri gaza gelmis ogul olarak yakindaki markete gittik (evet isvicre'de pazar gunleri acik marketler var). amacimiz yeni bir topla tekrar dikip, orada kalan topumuzu almakti. ama top yoktu. neyse, sebnem'i aradim bi istegin varsa alip geleyim, top deve oldu diye. "aaa ben apartmanin girisinde bi top gordum, onla dene, belki indirirsin" dedi. karim bu konularda benden daha hirsli, kabul etmek lazim. efe'ye sormam anlamsiz otesiydi cunku o dunden raziydi.

neyse gittik komsumuzun uzerinde "serbia" yazan ve sirp bayraklariyla donanmis, mesin sayilabilecek topunu aldik. "e bu daha agirca, oburune carpip indirmesi daha kolay olur" diye dusunerek ciktik yola, daha dogrusu ben boyle dusundum. daha ilk vurusta/dikiste top ilerdeki apartmanin bahcesine girdi. "hadi bakalim vardir bunda da bir hayir" diyerek caddenin obur tarafindan vs dolasip bahceye girdik. bir yerden sonra "pet cemetery" tadinda bir gorunum arzeden bahceden topumuzu ve orada hayatlarini tamamlamaya calisan diger 2 topu daha kurtararak tekrar parka donduk. ben bayagi bir sayida diktim topu ancak bir iki yaklasma, bir iki de alttaki daldan sekme disinda tabii ki basarili olamadim. en son efe'yle 15 kere daha deneyip donme konusunda anlastim. ki yandaki evin camlarini kirma korkum da had safhadaydi. neyse 10.daydi sanirim, o top da ilerideki dalda kaldi. bu duruma arkada pinpon oynayan cinli cift cok guldu. ben donup bakmadim bile. efe'nin surati ise harika bir hal aldi. bir yanda topu havalara diken bir baba ama ote yandan toplari geri vermeyen büyülü bir agac...

tabii ki "durmak yok yola devam" diyerek, bahceden cikardigimiz topla, bu sefer komsunun topunu dusurmek icin seferber olduk. o da biraz inik oldugu icin dallara takilmadan dusuyordu yere her seferinde. taa ki ona atfettigimiz countdown'in sondan 3. denemesine kadar; sonunda o da kendine uygun bir dal buldu ve assagi dusmedi.

neyse 3 topu da dogaya geri kazandirmanin uzuntusuyle eve donduk. ben, en kötü "aksam hava sogur, komsunun topu kuculur, dallardan kurtulup duser" diye kendimi avutup efe'ye bunu acikliyordum. eve geldikten sonra efe gelismeleri anneye anlatirken ben de arabaya gozlugumu almaya gittim, bir yandan da komsuya yazacagim mektubu tasarliyorum kafada.

arabadan geri gelirken asagida efe ve sebnem beni bekliyorlardi. sebo'nun elinde de bir torba portakal. "acaba" mi demeye kalmadan, polyanna ve fatsa'li esimin toplari portakal atislariyla dusurmeyi planladigini anladim gulusunden (yere en yakin olan top yaklasik 6m filan yukarida bu arada)."neyse hadi gidelim" dedim. gittik.

parka varinca sebo da ikna oldu portakal ile dusmeyecegine ve portakallara yazik olacagina. neden sonra efe'nin ayakkabisi ve benim gozluk kabimi onerse de bunlari ustaca savusturdum. ama benim de beynimde bi isik yanmisti... hemen cope attigimiz su sisemizi geri aldim, kum ile doldurduk ve ben curling tarzi atislarla (tabii ki dikey) topu vurmayi denedim. bi iki cok yaklastim, bi kere tam kafama yiyordum siseyi derken, ta ta taaaaaa. komsunun topunu vurdum. sebo ve efe ile yaptigimiz sevinc yumagi, attigimiz cigliklar cevre apartmanlardan pek anlasilmasa da bizim icin cok sey ifade ediyordu.

donuste; efe'nin cocuklarina -dedeleri ve babaanneleri hakkinda- anlatacak cok guzel bir hikayesi vardi artik.

yazarin notu: bu hikayenin ilk yayinindan hemen sonra belgrad'a gitti baba. orada projesi icin calisirken, 1-2 hafta sonra anneden gelen haber internet gazetelerinin "flash" anonsunu hak eden bir icerikteydi: yapraklanan agac, toplarini da geri vermisti. öyle parkin bi kenarinda yatarken bulmustu sebo topu. hey yüce rabbim dediler kendi kendilerine. ne güzel olmustu bu is böyle. basladiklari noktaya gelmislerdi, hatta bir top toprakta cürümekten kurtulup gökyüzüne acilmisti günün kazanani olarak; ama olsun, evrene saldiklari pozitif enerji yeterdi....
http://www.youtube.com/watch?v=F4SJv61i6Bo

Friday, September 9, 2011

eskiden bi maarif koleji vardi, harbi ne oldu ona?

ılık bir agustos aksami.


ılık derken bizim orasi icin. burasi icin bayagi sicak bir cuma aslinda.


tek katli binaya, kücük bir jungle’i andirir yesilliklerin arasindan gecerek ulasiliyor. toprak yumusak ve nemli, zaten o kadar düzenli yagmur aliyor ki, tas diksen meyve verecek. ilk elmalar cikmis bile. hava gündüzki kadar aydinlik degil, gurup (bu kelimeyi kullanmayi seviyorum) baslamis coktan. ama zaten burada günesi ufka yakin görmek cok zor; her yer daglik, tepelik. ya birden doguyor, ya da “pat” diye bi anda gidiyor.

3 tarafi koca pencerelerle cevrili ana salonun isiklari yanmis, sari ampüllerin cig isigi her yerde. iceride 10-15 yetiskin oturmus, birazdan baslayacak tanima-tanisma seansini bekliyorlar.

önce erkek olan basliyor kendini tanitmaya. uzun boylu, ellili yaslarinda gösteriyor. ki zaten "52 yasindayim. 20 yildir bu isi yapiyorum" diyerek giriyor söze. saclari beyazlamis. ama dökülmedikleri gibi uzatilacak, hatta arkadan toplanacak kadar da kuvvetliler. kulagindaki küpe; kemikli yüzü ve saclari ile uyumu tamamlamis.
"iki oglum var" diye devam ediyor, bahceden toplanmis olduklari belli olan elmalarin durdugu masaya yaslanarak. "biri 19 yasinda. okuyor ve ayrildigim esimle birlikte yasiyor. digeri 22 yasinda ve hayatindaki bazi yanlis kararlar sebebiyle su an benimle yasiyor. bakalim kisa vadede bir cözüm gelistirmesini bekliyoruz" diyerek bagliyor sozlerini. isine hakimiyeti, isine sevgisi her halinden anlasiliyor.

sonra katilimcilar basliyorlar kendilerini tanitmaya. 5-6 farkli ülkeden kadinli erkekli grup bazen cok bozuk, bazen hoch ötesi, bazen de agir schwyz aksanlariyla gecistiriyorlar bu seansi. bazilarinin 2. gelisi, tecrübeliler bu konuda.

daha sonra kadina geciyor söz. yeni olmanin verdigi bir gerginlikten olsa gerek ya da sirf öyle tercih ettigi icin oturarak anlatiyor kendini. yasindan bahsetmiyor. ama 35-40 arasi oldugu anlasiliyor yüzünden. son 11 yildir buralarda degilmis. italya'da calismis o sürede. yeni dönmüs. döndügü icin cok mutluymus ve de cok heyecanliymis. evli degilmis. 1,5 yasinda bir cocugu varmis. erkek arkadasiyla birlikte yasiyormus.

en son, ikisi birden önümüzdeki yilin nasil gececegine, nelere dikkat edip, nasil aksiyonlar alinmasi gerektigine deginiyorlar bir sure. toplantinin finalinde hazirlanmis mutevazi bir atistirma masasinin etrafinda toplanip sohbete basliyorlar. teker teker veda edip ayrilana kadar.

ilk biz ayriliyoruz mekandan. ama aklim uzun sacli, küpeli adamla, evlenmeden cocuk sahibi olmus ve erkek arkadasiyla birlikte yasayan kadinda kaliyor...
bizim orada bu tercihleri, bu acikliklari, bu özgüvenleriyle nerelerde yasayabilirlerdi, nasil bir is yaparlardi, nasil bir hayat sürerlerdi acaba diye düsünüyorum. önyargili olmayayim, pesin hükümlü yaklasmayayim diyorum ama 39 senenin de yasanmisligi var ortada. yeri geldiginde ne kadar hoyrat olabildigini biliyorum bizim oralarin; 10-20 nesil de gecse degisecegini zannetmiyorum insan yipratma konusunda.



















burada ise mahallemizin anaokulu onlara emanet. ve dana’miz hergün kosturarak gidiyor o okula. bi bizi ciddiye aliyor kendisi bir de herr schönmann’i. ki onunla tanistigindan beri “baba erkeklerin saci uzun olur mu? erkekler küpe takar mi?” diye sormuyor artik. cocuk sahibi olmak icin evlenmenin de gerekmedigini 1-2 seneye anlar herhalde. peki bu “iyi” mi “kötü” mü? benim icin iyi. kendi adima mutluyum böyle bir okulda okudugu, böyle ögretmenleri oldugu icin. ben de okumak isterdim sanirim.
aslinda düsününce; benim okullarim da kötü degildi o kadar. ama arkadaslarim olmasa da hic cekilmezlerdi allah icin. gerci bu sekil bi okul daha eglenceli olurdu sanirim ayni kadrolarla. ya da olmaz miydi ki acaba?


amaaaannn neyse ne artik.



kapanis icin "egitim sart" ise, bu konuda tek sarki bilirim ama bu yorumunu paylasirim: http://www.youtube.com/watch?v=UrdbP-EcP6g&feature=related





Friday, August 19, 2011

cemil kaptan - sapkaci abdullah

her istanbul’a gelisimde yapmak icin elimden geleni ardima komadigim bir aktivitedir emirgan’da kahvalti.

gece kacta yatmis olursam olayim, sabahin erken saatinde uyanip (ki mümkünse bunu haftaici bir güne denk getirmek keyfini daha katmerli bir hale getirir) “allahim trafik olmasa da güzelce karsiya gecsem” duasi esliginde yola cikmak, bu ritüelin her zamanki baslangicidir. hic bir zorunlulugum yokken o saatte kalkip, yollara dusmek; bir yandan kendimi gercekleme adina gururumu oksamakta ancak öte yandan kalkip daha hayirli bir is yapmadigim da cok acik bir sekilde suratima tokati carpmakta; sonucta bir super kahraman degiliz, alti üstü bal-kaymak-peynir-cay kuartetine kosuyoruz.

olayin diger bir boyutu da yukarida anlattigim sürecin kötü bir havada gerceklesmesinin, benim keyifimi arttiyor olmasidir nedense. sanirim bunda da, diger insanlar islerine yetismek icin kosturur aci cekerlerken, benim kahvealti ve kahvenin farkli safhalarina agir^2 gecisimin, her asamadan ayri bir zevk alisimin ve tüm bunlardan dolayi o an icin kendimi dünyanin krali gibi hissedisimin payi oluyor ki bu da bir super kahraman olmadigimin ikinci bir göstergesi degil midir?

neyse; gecen persembe yine böyle bir gündü iste. agustos ayinda olabilecek en güzel seylerden biri olmus, hava günler sonra kapamis, sicaklik 8-10 derece dusmus, hafif bir yagmur baslamis ve ben atasehir’den aykut’u almis, yola koyulmustum (bazen diger ölümlüleri de keyfime ortak etmiyor degilim). ancak görünen oydu ki duam kabul olmamisti; trafik ümraniye öncesinde sikismis, ümraniye sonrasinda ise yillar öncesinin 1 mayis’inda oldugu gibi min. 2-3 saatlik bir ibb iskencesi cektirecege benziyordu. hemen eser’e (hikayemizdeki 3. ölümlü) baglandik ve yol durumunu aldik: tem bagrina bastigi bir kamyon sebebiyle kolay gecit vermemekte, e5 de aldigi ek yük sebebiyle bizi emirgan’a ulastirmamakta digeriyle yarismakta idi. hemmen james bond moduna gecip nato yoluna saptik ve anadoluhisari’na görece cok iyi bir zamanda ulastik. ama yine çözümün bir parçası olamamıştık cünkü 2. köprü hala erisilmezdi.
iste o noktada sevgili esimin bir sure önce benimle paylastigi -ama öküz ben’im bunu unutup, kendisine bu bilgiyi hatirlamadigim kisilerden duydugumu söyleme gafletinde bulunup bi araba sitem yedigim- bir bilgi kafamda patlayiverdi: emirgan’in anadolu yakasi’ndaki izdüsümüne gidip oradan motorla karsiya gecmek! ta taaa! ek bir arastirma sonrasinda bu yerin kanlica oldugu konusunda hemfikir olup hizla oraya yoneldik ve arabamizi ispark'lasmis mafyaya kaptirmadan biraz riksli de olsa bir restoranin önüne park edip dogruca iskeleye gittik, ki yagmur da siddetini biraz daha arttirmisti.

iskelede 1-2 tekne vardi gercekten. bizden az önce sisteme dahil olan, beyaz gömlegi hafif toplu ama bakimli vücuduna oturmus, elindeki blackberry'yi kullanisindan "bizinis men"ligi hemen ilk dakikada anlasilan abimiz siradaki ilk tekneyi aldi ve yola cikti. bizi ise bir amca davet etti teknesine. hooop atladik icine tir tir tir 10 dakkada gectik karsiya. sadece yarim saat gecikme ile emirgan sütis'e varmis, herhangi bir diyetisyeni cildirtacak, kücük bir köyü aydinlatmaya yetebilecek kahvaltimiza baslamistik. sonrasinda ayri bir sohbet konusu olabilecek pek cok aktivite yaptik ve dönüs yolculuguna basladik. gelirken ki kaptanin verdigi numaradan aradik kendisinive dedik ki "kaptan biz emirgan'a geliyoz, gel bizi al, al bizi al". bir isvicre dakikliginde sahile varmamizla teknenin icine atlamamiz bir oldu, ki biraz daha gec kalsak singing in the rain'deki gene kelly’den beter hale gelmek -hadi acikca söyleyelim donumuza kadar islanmak- pek bir muhtemeldi.


kaptan abi -ki o an icin yasini 55-60 tahmin ediyorum- sahilde balik tutanlar üzerinden “o havada balik mi tutulur?” merkezli bir sohbete girdi. yagmur da aldi basini, pitir pitirini arttirip denizin üstünü öyle bir kapladi ki, sanki bu elektronik esyalari filan paketledikleri kabarcikli laylonlarinin üstünde gidiyoruz, yer demir-gök bakir, neredeyse her damlanin sesini duyuyoruz, arada sirada yüzümüze gelenlerle islaniyoruz….
ortaokuldayken, okuldan cikar, direkt sahile gelip atlarmis denize. lüferleri, karagözleri gözleriyle takip edermis, bogaz o zaman cam gibiymis, öyle ki dibini bile görürlermis, gibi hikayeleri o kadar akici ve bi o kadar da sakin anlatiyor ki, basta motoru rölantide calistirip aheste gitmesine killanmis olmamdan utaniyorum. bogazdan gecen büyük bir gemi de yok o esnada, hizimiz kimseyi kastirmiyor, dünyanin krali biziz. gidisimizin en az 2 kati sürede geri dönüyoruz kanlica'ya. en son, tuttuklari büyük baliklarin kuyruklarina yakalandiklari iskeleyi gösterir bezler baglayip hale götürmesi icin kendisine emanet eden balikcilarin güvenini, bir keresinde teknenin yarisi kadar bir orkinosu nasil laylon yardimiyla tekneye cekip, nasil hale kadar götürdüklerini, cok zengin bir arkadasinin -allah rahmet eylesin- nasil isini gücünü baskalarina devredip, kendisiyle balik tutup, raki esliginde yemekten hoslandigini anlatiyordu.

"kusura bakmayin ama kac yasindasiniz" diye sordugumuzda verdigi "70 küsür" cevabini ikimiz de beklemiyorduk acikcasi, cünkü basta da belirttigim gibi ilk izlenim max 60 civarinda oldugu yönündeydi. kendince kaygilari oldugundan emindim ama bize göre daha sade, daha kosturmasiz, daha kücük seylerden mutlu olup daha büyük seylerden bihaberligin verdigi rahatlik gözle görülür bir fark yaratmisti, en basta da cizgi cizgi ama dinc yüzünde. biraz once kahve icerken tartistigimiz „1 milyon dolara calismayi birakir misin yoksa 5 milyon dolara mi birakirsin?“ gibi bir tartismanin bu adam icin ne ifade ettigini bilmek isterdim aslinda. belki sadece teknesinin eksik gedik bir yerlerini yaptirip sadece keyif icin denize acilmaya devam ederdi ya da türk filmlerinde oldugu gibi parayi bulunca yoldan cikardi (köyden gelen kadinlar direkt 2. sahnede bas örtüsü atip mini etek giyerlerdi o zamanki filmlerde, erkekler zaten bara pavyona sekmis olurlardi veya sehirli zengin kizlarla usut acik arabada gezip dans ederlerdi; amannn diyim cok tehlikeli.) kim bilir? ama her iste bir hayir oldugu bir kere daha ispat edilmisti bana: sabahki o kamyon devrilmeseydi, biz bu güzel tecrübeyi edinemeyecek, zaten az olan bir hos sadadan daha mahrum kalacaktik.

bunlari yazarken de bozcaada meydanda yanima oturup, sattigi sapka modellerinin hangisinin tutacagi hakkinda mini bir anket yapan eleman geldi aklima. michael jackson denilen modelin beklenildigi kadar ilgi görmedigini, tahmin ettigi gibi diger afilli modellerin daha cok sattigini, onlardan daha getirteceginden girdi söze. 20-25 dakikalik devaminda da aslen urfa’li olup adana’da büyüdügünü, halen de orada yasadigini, yaralama yüzünden 4 yil hapis yattigini, hapis sonrasi hap, eroin, vb. seyleri birakip tövbe ettigini, arap ve sünnî oldugunu ama hz. ali’yi cok sevdigini, evli ve 3 cocuk babasi olup 4.nün yolda oldugunu, 5.yi düsünmedigini ama ailesini geyikli’ye getirdigini ve bunun icin mutlu oldugunu, hele bir de kisin bag-bahce bakiciligi gibi bir is bulursaydi ada’da, daha baska da bir sey istemeyecegini, 7 yasindaki en büyük kizini düzenli bir okula götürüp karni tok sirti pek yasamanin hayalini kurdugunu anlatmisti. cünkü “11. ay geldi miydi bizde yemek biter” diyordu. “12, 1,2, 3. aya kadar ac, bilac, ne kazanirsak, ne bulursak onu yiyip geciniriz”.

iste o, ilk bakista ürkünc gelen ama sohbet ettikce farkli hayatlari gözüme sokan bu cocuk demisti ki „abi günde 3-4 sapka sattigim günler var ya, milyoner gibi hissediyorum, ucarak gidiyorum eve!!!“

cihan padisahi kanunî sultan sülüman'la baglayalim o zaman: „halk icinde muteber bir nesne yok devlet gibi / olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi“

öyleyse baris abiden de gelsin -- http://www.youtube.com/watch?v=6eNl5i0Tmnw&feature=related

Wednesday, August 10, 2011

2011 yaz turnesi - ilk durak, hep durak: bozcaada

geleneksel "who will be the 1st one" toplantisinin sabahina, planlananin sadece 1 saat sonrasinda oldukca basarili sayilabilecek bir zamanlama ile (bkz.göksellerle aksiyona gecme) yola ciktik. zaten keyifli olan TEM-silivri-tekirdag-kesan-gelibolu-lapseki-geyikli rotasi, arkada sagli sollu oturan dana ve kontes'in oyunlari, dialoglari, kaprisleri, cözümleri, hinlikleri ile dadindan yinmez olmustu. hani öyle ki; "yol hic bitmesin" diyesimiz gelmisti desem cok büyük bir yalan olur. cünkü her gül gibi onlarin da dikenleri vardi ve nihayetinde zümrüd-ü anka'ya bile yavrusu kuzgun gibi geliyordu bir noktadan sonra. netekim; bozcaada feribotunda onlarla yukari cikmayarak arabada uyumasaydim, birinden birinin canini yakabilirdim. ciddîyim.


varir varmaz ayazma moduna gectik tabii ki. su yine guzel, o kadar türk insanina ragmen yine temiz. temmuz-agustos aylarimizin olmazsa olmaz destinasyonunda yine cok güzel bir 5 gün gecirdik.


dana'm kolluksuz denemelerine, kafayi suya sokmalara, gozlukle (ya da daha mutlu olacaksaniz maskeyle) suyun altina bakmaya basladi.


agamizin bir yasgününü yine birlikte kutladik on time, right there; daha ne olsun?





özetle; bozcaada ten points; bozcaada dix points.



emegi gecenlere tesekkurlerimizle bu chapter'i de kapatalim isterseniz. hayirlara vesile olur insallah:

http://www.tenedosbagevi.com/ - sehre yakin, yuruyerek ulasilabilen bir bag evi. ozellikle sessizligi ve klima yaktirtmayan serinligi ve kahvaltisi ile dikkat cekmekte. cocuklu aileler icin ek yatak toplam alani biraz daraltabiliyor; aman tikkat.

vahit'in yeri - bu sene fiyatlarinin makullugu ile bizleri sasirtan, ogle uzeri atistirmalarinin vazgecilmezi. ilk geceden raki-mezeye kostuk ki o da ilac gibi gelmisti.

simyon - ilginc mezeleri ile damaklarinizda yeni chapterlar (biliyorum kendimi tekrar ediyorum bu kelimede) acarken, zaten isvicre standartlarini zorlayan bozcaada fiyatlari icinde de hatiri sayilir bir liderlik mucadelesi vermekte kendisi. özellikle köfteye verdigimiz paraya hala aciyorum.

ataol ciftligi - ruzgarli bir ögleden sonra icin iyi bir liman. yesillikler, hamaklar, ordekler, kazlar yeterince pastorel ve rahatlatici. ama fiyatlar burada daha bir ohannesburger.

http://www.camlibag.com.tr/ - daha önceden adinizi yazdirmis oldugunuz icin saat 1800 gibi gidip bag gezisine katiliyorsunuz. sizi traktörle cok guzel, püfür^2 bir noktaya götürüp günes batisini seyrettiriyorlar. hasim beye denk gelirseniz üzüm, ada, sarap konusundaki sohbeti bonus oluyor. hele bir de badem (kendisi cok tatli bir köpektir) de sizle gelirse top of the animation.

hafiz'in yeri - oooo yeee beybe. öglen yemeklerinin tartismasiz mekani. tüm tatili gecirebilecegim koyulukta bir agac gölgesi, adaya giris yapilan caddenin en civil^2 noktasi, karniyarik, cacik (ki bu sene inanilmaz bir lezzet söleniydi tek basina), efe'nin begenecegi en az 3 secenek ile yeryüzündeki cennet. ideal tüketim formu: tabaklari ortaya alip, ortaklasa ve sismeyene kadar yemek. sonrasinda ise yaklasik 2 saatlik kestirme imkani. ooo may gad, hafiz rules...



teoman - bu tatilin albümü O'nundur. dana'm ve kontes'im icin gelsin: tek basina dans!