Tuesday, January 17, 2012

bir alex degil

peki bence turnuvanin en kritik ani hangisiydi?

elbette (fc basel ile yapilan) ilk macin bitimine 2 dakika kala, baska bir deyisle 8. dakikada rakip kale önünde yasanan karambolde 7 numaranin topa cok güzel vurusuydu. tam tribünler "gooool" diye ayaga kalkacakken, rakip oyuncu topu eliyle kesti ve olasi bir beraberlik kactigi gibi antrenörler de olayi görmedikleri icin turnuvanin tek penaltisi da verilemeden kaynadi gitti....

denebilir ki 10 dakika süren mac mi olur? hakem olmayan mac olur mu? alp er tunga öldi mu? normal kosullar altinda hakli sorulardir bunlar. ancak konu 2004-2006 dogumlulardan olusan basel ve cevresi futbol takimlarinin turnuvasi olunca is komple degisir, seyrine doyulmaz bir sölen halini alir.

sabah 0550 itibariyle ben ve anne ayaktaydik; anne geceden hazirladigi börekleri firina atip, diger detay hazirliklari tamamlarken, ben de teknik kontrolleri yapmak ve sonunda gidip her yeri buz tutmus arabayi yasanilir hale getirip evin oraya cekmekle mesguldum. 0645 itibariyle evden cikali 5 dakika olmus ve st.jakob stadinin otoparkinda diger aileler ve hocamiz fabienne ile bulusmustuk. bizden sonra bir oyuncu daha geldi ve tabii ki o da türktü. neyse efendim, saat 7'i 10 bile gecmeden turnuvanin yapilacagi reinach'daki spor salonuna varmistik. bu noktada 2 acidan bakmak da rahatsiz ediciydi;
1) hafta ici günlerinde bile bu saatte uyuyor oluyorduk.
2) pazar günü en erken uyanisimiz 9 civari olmaktaydi.
her neyse; bu yola bas koyduysak bu tür detaylarla ilgilenmiycektik. soyunma odasinda, her mactan önce bir veli tarafindan yikanip, hazir edilen ve bir sonraki maca getirilen acik mavi formalarimizi giydik; gökhan gönül jr.imiz, 77 numarali forma olmadigi icin tabii ki 7 ile basladi maclara.

ilk macimiz yukarida anlattigim gibi fc basel'in b takimi ileydi. ama ne b takimi o kardesim öyle. en az iki tane gelecegin messi'ni gördüm gözlerimle; paslasmalar, calimlar, topu sürerken birden sola, saga cekmeler, bosa kacmalar ve topu filelere takmalar. mac sonunda bizimkiler 2-0 kaybetmisti. diger maca kadar yaklasik 50 dakika vardi.




neden bu kadar bosluk oldugunu anlatmak icin turnuvanin detayina girmek lazim belki de: 2 grupta 5 takim kendi aralarinda tek devreli lig usulu mac yapacaklar; grup maclari sonunda ilk 2de yer alan takimlar capraz olarak yari final ve sonrasinda da final oynayarak sampiyonu belirleyecekler. yukarida dedigim gibi hakem yok; antrenörler kendi aralarinda anlasiyorlar ve oyuna müdahele ediyorlar. daha cok sinir tanimayan kaleciler ceza sahasinin disinda topu tutunca serbest atisa karar veriyorlar, faul olursa oyuncularin el sikisip barismasini temin ediyorlar, vs, vs.
biz tribünlerde kendi macimizi beklerken bir yandan annenin böörekleri mideye indiriyor, onun isitip termosa koydugu sütle de bogazimizi yumusatiyor, diger yandan da oynanan diger maclari seyrediyorduk. ben seyircileri de katmistim ilgi alanima tabii ki. genelde yabancilarin ama azimsanmayacak bir sayida swisslerin de oldugu bir gruptu izleyiciler (su ek bilgiyi de vermeden gecemeyecegim; isvicre, ingiltere'den sonra futbl oynanmaya baslayan 2.ülke imis. kita avrupasinin ilk futbol takimi 1860'da lausanne football & cricket club olarak yine isvicre'de kurulmusmus. yani adamlarin gecmisten gelen bir ilgileri söz konusu, hic tahmin etmedigim bir sekilde. bir de bu turnuvanin toplam nüfusun %1'ini kapsayan bir alanda yapilan oldugunu düsünürsek, varin gelin kac takim, kac yas grubu bir sekilde futbolla ilgileniyor. hele bi de almanya ölcegine ciksak, oo mein gott!).

cocuklari desteklemek birincil amaclari olsa da ailelerin, bazen sinirleniyorlar, kiziyorlar ama tepkilerini de pek aciga cikartmiyorlardi minyatür futbolculari üzmemek icin. zaten her mac basladiginda etraf bir renk cümbüsü; cogu kendine büyük gelen formalariyla, bacaklarinin yarisina gelen toplarin pesinden kosuveriyorlar. kaldi ki, cok ileride oldugu icin kendine verilen bir geri pasi yakalayamayan, topun pesinden kosa kosa ve onla birlikte kaleye kadar giren ve bunun sonucunda da maci kaybetmelerinin utancini omuzlarina alip hüngür^2 aglayan bir bebise siz daha ne söyleyebilirsiniz ki? bu bizden sonra oynanan fc basel a - old boys basel macinda oldu; agustos'dan beri fc basel a'nin kaybettigi ilk macmis, belki de onun üzüntüsü de vardi kalecide.
(bilirsiniz, bern sehrinin meshur bir young boys takimi vardir. gecen sene bizi samp.liginden elemislerdi. sonrasinda bienvenu denen dünyanin 8.harikasini da oradan transfer etmistik. hah iste sanirim ona bir alternatif olarak kurulmus bu old boys basel klubü. ben adini daha önce duydugumda cok sasirmistim; hem böyle bir isim akil ettikleri icin, hem de roger federer'in tenisini orada gelistirdigini ögrendigimde.
[bu noktada aklima gelenler:
tenis-> acaba pirenz'imizi tenise mi yönlendirsek ki? neden olmasin?
old boys-> fenerbahce'nin genc fenerliler diye bir taraftar grubu vardir; böyle tribün sovlari, kendilerine ait bayraklar, montlar filan yapar, ara ara internetten bildiri yayinlarlar vs. aktif bir organizasyondurlar. bir gün maca giderken 3-4 kisilik bir grup görmüstüm arkadan. üstlerinde "orta yasli fenerliler" yazan tek tip montlar giymislerdi. cok gülmüstüm...])


2.macimizin baslamasina 10 dak kala filan antrenörümüz takimi topladigi gibi gitti diger tarafa. bir isvicre dakikliginde baslayan bu mac benim icin ayri bir anlama sahipti, cünkü tatli danam, üstüne daha da bol gelen bir gri forma ve eldivenleriyle bu sefer kaleci olmustu. top rakip sahadayken yaptiklarini takip etseniz, sanki bahcede arkadaslarini bekliyor ya da birazdan bitecek bekleme cezasini cekiyor zannederdiniz. o kadar tatliydi ki. rammstein, teoman ya da baris manco'dan hangi sarkilari söyledigini bile tahmin edebiliyordum.
ben kendimi en kötüye hazirlamisken mac kaleye gelen 2 (iki) topu da basariyla kurtaran oglum sayesinde golsüz berabere bitti; toplardan biri geri pasti bu arada. ilk puanimizi almistik :)

3.macimizdan önce solucanim yine yanima geldi; bu sefer 6 numara olmustu ve karni toktu. yine de enerjisini alsin diye bir buenoyu kalan sütle lüpletmesini saglamadim degil.
ve bu mac, hic bir seyin bitmeden, bitemeyecegini (efenim??) gösteren ilk macimiz olmustu ve belki bunda benim de katkim vardi. söyle ki: macin bitimine 3 dakika kala (ki bu normal insan macinda icin 27 dakika) bizimkiler 2-0 öne gecmislerdi. ve karsi takimda da bir isik görükmüyordu acikcasi. ben de -ne haddimeyse- "hadi oglum sen de cik ileri" diye bagirdim ogluma. ki kendisi geride oynamayi, gelen ataklari kesmeyi bir sekilde gol pesinde kosmaktan daha cok seviyor. belki de tembellikten bilemiyorum ama defansif oyuna daha yatkin bir karakteri var. neyse benim bu "aman o da ciksin gol atsin, motive olsun" bazli tavsiyemin etkisi var mi ögrenemiyecegim ama gercekten daha bir ilerde oynamaya ve geride bosluk birakmaya basladilar. bunun sonucu olarak mac 2-1e geldi 1 dakika (normal insan macinda 9 dakika) kala. tam böyle biter herhalde derken, 7sn kala bir gol daha yemesin mi bizim danalar? al sana kacan 2 puan...

son mac da uzun süre 1-0 bizim üstünlügümüzle gecti. gökhan gönül jr. ilk defa kulübeye cekildi bu macta, ki hocalari dönüsümlü oynatiyor yorulmasinlar diye. o macin da öyle bitecegini düsünürken, bizimkilerin en iyi forveti cok kötü sekilde düstü (sonra ögrendik ki disi diline batmis. cok agladi cocukcagiz; kalici bir sey olmamistir umariz, carsamba görücez) ve hoooop bizim kurtcuk tekrar sahaya. "oh en azindan buradan bir 3 puan aliyoruz" sevincimiz de 2 (iki) saniye kala yenen golle hos bir sada olarak asili kaldi gökyüzünde. kafasi ellerinin arasinda, gözler yukari bakar, yanaklar kipkirmiziyken o kadar tatliydi ki, sahaya atlamamak icin zor tuttum kendimi!

giyinirken esas konu sakatlik geciren cocuktu. zavalli artik aglayacak enerjisi de kalmadigindan dili disarda, acayip sesler cikararak dolasiyordu. babasi bir seyler anlatti ama schwyz dütsch oldugu icin bende pek bir iz birakmadi söyledikleri. diger cocuklar kendi aralarinda coktan oyuna gecmis, dus alinan bölümde samataya baslamislardi. bendeki takim sporculugu eksikligi ve 'tanidigim insanlarin yaninda ciplak dus alamama' aliskanligimin danamda olmayacagini varsayiyorum. en azindan bu bir kazanc olur belki kendisine!
giyinirken farkina vardik ki; 3 puanla grup 4.sü olup elenmistik. ancak o son dakika, ne dakikasi, son saniye gollerini yemesek, 7 puanla grup birincisi olarak yari final oynayacakmisiz.
vay anasini be. belki de turnuvayi alip, bir sonrakine daha disiplinli calisacaklardi takim olarak. menejerlerin dikkatini cekip, yine ayni klüpten yetismis olan yakin kardesler, eren derdiyok gibi basarili bir futbolcu olacakti pirenzim; basel'den kütahya'ya oradan da samsun'a ucak kaldirip, baskan rte ile tanisacakti beyaz saray'da 2022 yilinda, kim bilir?
bize düsen önümüzdeki maclara bakmak artik. benim hala umudum var ;)

eve döndügümüzde saat 12'ye geliyordu. az önce uyanmis olan annemizin hazirladigi cayli corbali kahvaltimizi yapip kendimize serbest zaman verdik; yeni bir hafta vardi önümüzde, cumasinda kontesimizin gelecegi...

cok ilginc bakin ne buldum youtube'da dolanirken: http://www.youtube.com/watch?v=C9ajz1TZq10&hd=1

Monday, January 16, 2012

insanoglu kus misali

"öyle yayarak oturacagini saniyorsan cok yaniliyorsun dostum" der gibi caliyordu telefon 29 aralik oglen saatleri itibariyle.

"mathew rahatsizlandi, onun yerine bosna'ya sen gelir misin?", bir sorudan cok malumun ilaniydi ve kafamda 1001 tilkinin yer degistirmesine sebep olmustu. zürih biletimin iptal edilmesi, onun yerine bosna biletinin alinmasi, bosna'dan basel'e nasil gidilecegi, e ben gidemiyorsam kralice ve pirenzin zürih'e, oradan da basel'e gecislerinin ayarlanmasi, daha dogrusu teyit edilmesi, e peki bu durumda bütün bavullarin tek seferde gidemeyecekleri cok acik oldugundan, nasil bir yükleme ve dagilim yapilacagi, vb. konular, bahsi gecen 2-3 dakikalik sürede kafamin icinde bir squash topu gibi gidip geldi. ama sonunda da tüm orgazasyonlar beklendigi gibi basari ile tamamlandiii.

2 ocak itibariyle thy‘nin saraybosna ucaginin hali hazirdaki 1 saatlik gecikmesinin bitmesine 20 dak kala kapiya gelindi. hooop bi yarim saat daha. allah'dan biliyorum saraybosna'daki sisin 1000 kaplan gücünde oldugunu, bazen günlerce sis yüzünden havaalaninin kapali oldugunu da, „panic mode off“ takiliyor, bos bos etraftaki reklam panolarina, havaalanlarinin bitmez tükenmez devinimine bakiyorum. bir de ben böyle acelesiz seyahatleri cok seviyorum. bittiginde yetisecegim bir sey yok, kaciracak olayim yok, "aman bavul nerde kaldi, trafige kalmasam" diyesim yok. hele bi de aile ve arkadas da yoksa gidilen ortamda buluslunacak; yemisim gecikmeyi.

kazasiz belasiz geldik bosna’ya ve gittik isimizin basinaaaa. ama mission imposible orada basladi; acaba 5ine (ocak) kadar herseyi bitirip, elemanin dogumgününde yaninda olabilecek miyim? yoksa gecen seneki gibi (oturum belgesini kaybedip, isvicre'den aldigim ehliyet ile istanbul'da check-in ve pasaport polisini gecebilmis ancak son anda ucagin kapisindan döndürülmüs, gecici vizeyi ancak 3 günde alabilmis bir kisiyimdir) ogluma bu sene de uzaktan mi hepi börtdey diyecegidim? saraybosna ve basel ekiplerinin basarili esgüdümü (esgüdüm?) ve verimli calismasina, evrenin pozitif enercisini de kattik miydi; al sana bütün isler zamaninda bitti ve ben 5 ocak itibariyle saat 12:00'da münih aktarmali basel ucagina check-in islemimi bitirmis, pasaport ve güvenlik kontrollerinden gecmistim, ki saraybosna havaalaninin, bizim oturma odasindan biraz büyükce lounge‘ina girerken, 2 tespit beni bekliyordu:

1) pazartesi ülkeye girdigimde, havaalaninin information deskinde de gördügüm "croatia" brosürleri burada da karsimdaydi. ülkelerin birbirleriyle dayanismasi, desteklemesi, birbirlerine turist paslamasi vs. benim hic bir sekilde karsi olabilecegim bir konu olmamistir; olamaz da. ama kardesim peki niye 20 yil önce böylesine delirdiniz de birbirinize kiydiniz? deger miydi verilen ara gazlari almaya, kardesi kardese kirdirmaya ki sanirim pek de kardes degilmissiniz. e o zaman bu ne? sanki bosna-hersek'in turist kapasitesi doldu tasti, oteller overbooked da, fazlalara hirvatistan'in reklami yapiliyor. hadi yapican niye bosna'ya ilk gelenlerin bilgi almak icin ugrayacagi information gibi kilit yerlere koyuyorsun brosürleri? "bosnia" brosürü koysana... hey allahim sen büyüksün.

2) biletimi ve statümü kontrol eden lounge görevlisinin bilgisayarindan bir melodi geliyor. taniyorum ya ben bu muzigi. ama burada duymak ilginc. neydi, neydi, neydiiii?
elbette dostum; tabii ki fatmagülün sucu ne?'nin tema müzigi. "begendik mi? izliyor muyuz?" diye soruyorum. daha yeni baslamis. "fatmagül'ün onuru" gibi bir isimde veriliyormus orada (lisede "katerina blum'un cignenen onuru" diye bir kitap okumustuk. simdi hala okutuluyor mudur acaba? yoksa öyle karili kizli, onurlu monurlu kitaplar da yassah mi ki?). gerci tam seyredememis, eksikleri tamamliyormus internetten buldukca filan. dedim "hele bi yol söyle bakiim, türkce bilir misin?". biraz bilirmis. verdim tabii ki www.bolumizle.org adresini, dedim "biz de ailecek burdan izleriz. enjoy"

ucak full. biz en arkadayiz. ucusun toplam 1,5 saat sürmesi beklenirken 100. dakkada hala daha tasli yolda giden bir kamyonetin kasasindayiz hissiyle yolculuk devam ediyor. ki üstüne 5 dakkada bir saga yatmalar, sola dönmeler icten ice beni bile geriyor ("bile" ukalaca gelebilir ama 200.000 milden fazla uctugumu düsünüyorum simdiye kadar. hani bir tecrübe, bir yasanmislik var ucaklarda, ucaklarla). havada 2. saate yaklasirken nihayet tekerlekler aciliyor ve bulutlarin arasindan münih'in banliyölerini selamliyoruz. lakin yol hala tasli, hala cukurlarla dolu. inis baslamasina ragmen, o kadar sallaniyoruz ki sag tarafimdaki kiz kustu kusacak (istifra etmek daha kibar geliyor di mi kulaga? ama kusmak da vurguyu bayagi bir arttiriyor, kabul etmek lazim). artik cok yaklastik. teker koyucaz. ama ucagin saga-sola yalpalanmalari, mac izlerken futbolcularla birlikte cektigim sutlardaki gibi ayak hareketleri yaptiriyor bana. tek tesellim arkadaki iki hostesin kikir kikir gülmeleri. aklimda bir lufthansa ucaginin hamburg'a inisinin (youtube'dan simdi tekrar baktim da, inemeyisi imis. ama arkadas neymis o öyle oyuncak ucak gibi)
görüntüleri ve yüregimde umudum var. haydi haydi haydiiii. derken, anaa, pistte hic bir sey olmamis gibi gitmiyor muyuz? sifir sarsinti ile inisi tamamlamis ve taksiye baslamis olan pilotumuza "best landing ever" ödülümü tabii ki verdim. ve de bence türklerin insanliga bir hediyesi olan "iniste pilotu alkislamak" gelenegini burada sürdürmemek icin kendimle cok mücadele ettim. kralicem yanimda olsaydi kesin onun gaziyla alkislardim da ama o an icin yanimdaki fransiza aciklama yapacak enerjim yoktu hic.
olayin vehameti, hostesin "lütfen inerken el bagajlarinizi aliniz ve üzerinizdeki kiyafetlerin dügmelerinin, fermuarlarinin ilikli oldugundan emin olunuz. yoksa rüzgarin sizi alip götürmesi isten (icten?) bile degil" anonsuyla ve de durdugu yerde sallanan ucagimizla daha bir netlik kazaniyordu. ki buna ragmen -afedersiniz- "mal of the day" bir abimizin disariya ayak basmasiyla ucuveren fötr sapkasini, ucagin kanadinin altinda yakalayip geri getirmezdim ben o görevlilerin yerinde olsaydim.

iniste birikmis olan tüm sinirimi, sitiresimi münih lufthansa senator lounge'in girisindeki kiza bosalttim. binis kartimda TK*G yazmasina ragmen bana hala "kartinizi görebilir miyim, kontrol etmem lazim, turkish airlines oldugu icin bizim sistemde degil, kontrol edemiyorum, biy biy biy biy" tripleriyle gelme. tüm iyiniyetimden, tüm tolerans limitlerimden siyrilirim, mr.hyde oluveririm. netekim kizi cildirtacak her cevabi verip, her opsiyonu zorlayip en son "amirini cagir bana!" diyecekken, kiz kendiliginden gitti arkadaki bankoya danisti. oradaki daha tecrübeli ablamiz da "ah jaaa, natürlich, türkisch gold, freilich" tripleriyle konuyu kiza acikladi ve kapatti. 1 saat sonra cikip pirenzime hediyesini alip geri döndügümde ayni kiz "evet siz icerdeydiniz, buyrun" dedi sadece uzaktan. hah hah hahhh; ugrasmayin benle!

ikinci ucak daha kabul edilebilir bir ucus sundu sagolsun; amortisörleri daha iyi bir kamyonetle stabilize yolda gider gibiydik basel’e inerkene.

ve arabada rammstein dinleyerek beni bekleyen pirenzime kavusmustum sonunda; mission completed bi bakima. 6 yasina birlikte girdik...

yemeklerinden, hosteslerinden haz etmesek de, pilotlarinin önünde dügmelerimizi saygiyla iliklememiz gerekli bence http://www.youtube.com/watch?v=z42fchrzhHY (42.sn amannn)

Tuesday, January 10, 2012

her türlü çok ince ayarlı çalışma itinayla yapılır

oy oy oy, ne aksamdi.

19:25 itibariyle sultan nargile kafenin kpisindan girdim. ancak daha dün televizyon olan duvar bostu. altinda 2si (sansli) erkek, 8 teenage nargile icip kakara kikiri modundaydilar.
az sonra kafe sahibi kolunun altinda tv ile cikagelip duvara monte etmeye baslamasa, amaannnn diyip gidecektim coktan otelime.

gözlügün buhari yavas yavas acilirken ortamin kitsch bir film sahnesi icerigi daha da belirginlesmekte; görme sinirinda bir isik, burun kemigini sizlatmayan bir duman, kulaklari rahatsiz etme esiginde bir ses. ama ne ses? teoman'dan, izel-celik-ercan'a (see below), tarkan'dan, sezen aksu'ya best of 80ler/90lar/00lar tadinda seyler calmakta.

nihayet digisifre teyid islemi tamalaniyor ve mac yayini giriyor ve bingo: 0-1. ve antep deli gibi oynuyor. tabii ki aklima gecen sene dana'mla gidip, hakeme cok sinirlenip, 85.dakikada cikip, santos'un 90+4'de attigi golü disarda duyup, birbirimize sarilip -ki kendisi hep, verilmeyen penaltilardan sonra dahi, kazanacagimizi söylemisti mac boyu-, sarkilar söyleyip ziplarken karsimiza ilk cikan arabaya otostop cekip, söförle karsilikli küfürler esliginde bizim arabaya kadar gidip, mutlu mesut eve döndügümüz antep maci geldi. görmedigim bölümlerde taraftara tabure atan eleman bugün de oynuyor muydu acaba?

neyse gözlügümdeki bugu tamamen gecti. sigara daha az icildigi icin ortam daha yasanilir ve nargilelerden kalan koku ile cekici bile denebilir. duvarda tabii ki bir türk bayragi. üstünde türkiye-bosnia herzogovina yazan bir mac atkisi, oturdugumuz yerler sedir tadinda. teenageler maca bakip bos bos egleniyorlar kendilerince. müzik vakkorama tadinda devam ediyor. komedi dans üclüsünün rahmetli elemanina benzeyen garsona "ben 2.yari alicam bir seyler" diyorum. kafamdaki cilgin projemden haberi olmadigi icin "nerden biliyim kacmayacagini?" bakisi atarak istemeden de olsa uzaklasiyor yanimdan.

ilk yarinin bitimine yakin 4-5 kisi daha geliyor ki, sap gibi kalmiyorum.
zaten bina bakani giydirmis ince ince, bu mac da giderse 7 puan; bukalemunlara gün dogdu, olsun nasilsa sileceklermis puanlari, kararlar coktan verilmis derken derkeen şike dakikasi geliyor! x-fenerbahceli kerim ohannesburger bir faul sonrasi 2.saridan kirmizi. pesinden bir iki eyyam sari daha cikiyor ama direkt hakeme dokanan arkadasa bir sey yok. olsun; tarlayi bu kadar sürebildik demek ki.
devrede, mac izleyenlerden de aldigim onayla hedefimdeki bürekciye akiyorum. kiymali, patatesli ve ispanakli kol büreklerinden olusan güzel bir kolaj, cilgin projemle geri dönüyorum.

2.yariyla birlikte bürek üzerinden, bosna'da ne isim var, sen ne yaparsin, haaa evet biliyorum, bence de öyle, hmmm, tadinda diyaloglar dönüyor ortamda. sürekli olarak bir genc nüfus da önümüzden gecerek üst kata gidiyor, üst kattan geliyor. bu arada mac da gidiyor 2 büyük 1 kücük cay ve bürekler esliginde. "cayi seviyorsun abi" diyor yandaki eleman. "abi derken?" demek istiyorum ama yapacak bir sey yok demek ki; 40 yas artik malumun ilani gibi yüzüme yapismis anlasilan. kücük cayla birlikte uzun süredir basvurmadigim "ugur" aksiyonumu aliyorum ve dakka 70 itibariyle televizyona dik duran sedire geciyorum. macin elenktrink kesintisi sebebiyle durdugunu bile unutmus olarak son 20 dakikada neler olur acabanin pesindeyim. ve hooop stoch.

ve hoooop baroni derken bi de hoooop topuz....

ooooo la laaaaa.

ki sonra fark ediyorum zavalli abdullah, 96'daki "nasil koydu aykut kocaman?" macinda trabzon'da oynamaktaydi ve bir ropörtajinda o mac ile ilgili olarak "Çok iyi oynuyorduk. F.Bahçe’yi eze eze yenip şampiyon olmak istemiştik. Nasip değilmiş. İki kere geldiler ve kazandılar. Eğer biz kazansaydık, birkaç takviye ile o yıllarda G.Saray’ın yaşadığı Avrupa başarısını elde edebilirdik. Hatta G.Saray’ın 4 yıl üst üste şampiyon olmasının önünü de kesebilirdik." demisti.

ooooo la laaaa.

basel'e dönünce golleri ogluma gösterecegim elbette. stoch ve baroni'yi cok sevdigi icin, mehmet topuz'a da gol atamadigindan kelli acimayla karisik bir kizginlik duydugu icin cok sevinecektir zannimca.
bu arada sanirim en sevdigim isvicreli kisi de reto ziegler'dir. arz ederim.

simdi hep birlikte ritme uygun olarak bir saga, bir sola, bir saga, bir sola, ......
http://www.youtube.com/watch?v=xDzpgAsBm5g

Thursday, January 5, 2012

vay arkadas, 6 sene olmus!

ne mi hatirliyorum? ne hatirlamiyorum ki?




bana hala en ilginc geleni; ameliyathaneye yürürken kafama dank etmis olmasiydi artik geri dönüsün olmadiginin. sanki o güzel nisan gecesinden beri bir dönüs varmis gibi. ya da aykut'un dedigi gibi "20 yillik deal baglanmisti" artik; no way out.
sonra ameliyathanenin ne kadar da soguk bir yer oldugunu hatirliyorum. "sebnem üsümese bari" diye düsünmüstüm.
masanin basina oturup, kamerayi birilerine verdikten sonra el ele tutusup saniye saniye anne-baba olusumuzu hatirliyorum.
"acimayacak di mi?" diye sorarken, asagidaki parcanin caldigini ve doktorun oglumuzu havaya kaldirdigini hatirliyorum.
agladigimi hatirliyorum. o kadar korumasiz ve korkmustu ki, ben ona o kadar yardim edemiyordum ki, aglayarak kendi icimde dilemistim özrümü yasayacagi üzüntüleri düsünerek. hastalikli miyim neyim?
bir de catik kaslarini hatirliyorum danamin. kapali gözlerinin cizgisi burnunun üstünden devam edip "ulan uyuyan adama bu yapilir mi?" der gibi sinirli bir imaj ciziyordu güleryüzlü ogluma.

vay be danam; ne iyi oldu da geldin aramiza. bak bu yazinin fikirbabasi annen neler diyo:

6 sene once, yarin doguma gitmek icin uyanacagim. Doktorum 2 ocak olsun deyince, normal dogum icin hala bi umut tasiyan ben 5 ocaka cektim tarihi. ama nafile, oolum buda pozisyonunda oturmus gayet rahat bi sekilede beklemekteydi hala, hastanede sabah yaptirdigim son ultrasonda da. Acaba biraksak ne zaman dogacakti hic bilemiycem. İnsan mutlu olunca belki verdigi isikla herseyi olumlu goruyo. Hatirliyorum cok huzurluydum. Dogum yapacagim hastaneyi sevmistim, odayi onceden ayarlamistim. Hastane sakindi, temiz ve duzenliydi sanki herkes saglikliydi iyiydi. Tum hemsireler guleryuzluydu. Doktorumu seviyodum, mor ve otesini dinleriz demisti dogum yaparken. Hersey bi isik hanesi icinde yumusak yumusak ilerliyordu, firat yanimdaydi elimi tutuyordu.Anestezimi yapan kadinin adi sahildi, cok hosuma gitmisti ismi sesi. Sonra hersey cok cabuk oldu, efe geldi koynuma kondu ve ben anne oldum. Ona bostancida hamile kaldim, hastaneden ilk bes ayini gecirecegimiz soyak yenisehire gittik sonra kozyatagina tasindik. Son 2 senedir baseldeyiz. Cocuk doktorumun soyledigi ve benim de yasayarak gordugum annne baba yanindaysa aile olarak birlikteyseniz, yer degistirmek ulke degistirmek cocuk icin o kadar da onemli deil. Efe'nin mutlu neseli konuskan enerjik yasamayi seven bi cocuk olmasi benim en buyuk annelik hediyem. Canimin ici, beyaz kuzum guzel yaslara...


"aaaa benim dogdugum sarkiii" demiyor musun sanki hatirlar gibi....
http://www.youtube.com/watch?v=3Tt65SdtKeQ&ob=av2e

Monday, January 2, 2012

garp cephesinde yeni bir sey yok...

mümkün olan proje lokasyonlari icerisinde fas, hele de kazablanka, hem görmek istedigim bir yer olmasi, hem de 3 saatlik ucus mesafesiyle oldukca iyi bir opsiyondu. gerci daha sonra o 3 saatin 3 yil gibi gectigi ucuslar yasamadim degil, ucusun tamaminda ellerinin bileklerden kesildigi hissini veren cigliklar atan cocuklar yüzünden ama olsun yine de geciyordu zaman bi sekilde; motor ve cevredekilerin sesinden duymakta zorlansam da bir film seyredebiliyor, kafam kontrolsüzce yana düsene kadar agzimdan salya akarak uykuya dalabiliyor, biraz da uctugum “budget airline”in aylik dergisine göz atarak variyordum hedefime. her seyahatim benim icin cocugum gibidir, onlari birbirinden ayiramam ama illa “hangisi?” diye sorulacak olursa, tabii ki 1.nin yeri apayridir.

normal sayilabilecek bir ucustan sonra kazablanka 5.muhammed havaalanina inmistik aksam 10-11 gibi bir saatte. ama öncesinde ucusun benim icin en ilginc tarafi –sanirim– ucus görevlilerinin take-off öncesi, normal anonslarina ek olarak bir de dua okumus olmalariydi. sanirim diyorum, cünkü icerigi tam anlamadim ama tonlama ve tanidik kelimelerden bu sonuca vardim. bir diger farkina varma olayini da tuvalette yasadim. iceri girince tam klozet seviyesinde bir yerde arapca yazilmis uyarilar vardi. bunlar büyük ihtimalle bir kullanim aciklamasi veya uyarisiydi. ama cocukluktan beri zihnime islenmis olan “arapca kutsal metinlerin dilidir” kabuluyle önce bayagi bi bocaladim; sonucta tuvalette kutsal bir sey olmamasi gerekiyordu default set-uplarima göre! neyse ki arapca konusulan bir ülkeye uctugumu simsek hizinda hatirlayip, bunu da kisiligimde büyük bir iz birakmayacak bir ceviklikle atlattim allah’a sükür.



aldik bavulumuzu elimize girdik terminale. git git git, sonunda geldik pasaport ortaminaaa. orasi da “fas vatandaslari” ve “digerleri” diye ayrilmis global trendi takip ederek. kulubeler güzel design edilmis, ferah bir görüntü veren, camin cokca ve yeterince kullanildigi hos objeler olmuslar. beklerken tepedeki lcd ekranlarda 5 dakikalik frekanslara sahip reklam döngüsünü izlemek bir sure icin ok de sonra bayiyor haliyle. neyse fazla beklemeden, daha dogrusu yandaki kontuar acilinca “hobaaaaa” diye oraya akarak sentetik de olsa bir öne gecme durumu yaratarak veriyorum tc pasaportumu görevliye. sirbistan’dan sonra buraya da vizesiz girebilmek güzel. adam önce, ucakta doldurdugum formu inceliyor (evet! fas da ingiltere gibi ülkeye girenlere ekstra bir form doldurtuyor. malum gidip iltica filan etmeyelim di mi?). pasaportcu amcanin sapkasi tabii ki kafasindan büyük. ve buna ek olarak, az gelismis, kompleksli ülkelerin ortak designerinin elinden cikmis soluk renkli, kasvetli resmî kiyafetiyle de eglencenin daha baslamadiginin sinyalini veriyor. netekim o formdan sonra aliyor pasaportu eline ve neredeyse her sayfasina bakarak ilerliyor da ilerliyor. nereye geldigimi, niye geldigimi az önce yüksek müsaadelerine arz etmis olmama ragmen bu uzamanin sebebini anlayamayan gözler ve mimiklerle nasil ilerleyebilecegimizi sormaya calisiyorum kendisine. neden sonra anliyorum ki; giris formuna isvicre’de oturuyorum yazdigim icin, bununla ilgili kaniti görmek istermis kendileri. “e be adam. onu yazmasam sen nereden bileceksin ve nereden isteyeceksin o belgeyi, pasaporta bakip alsana iste” demiyorum tabii ki. pasa pasa veriyorum oturum kartimi ve damgami alarak 1. etaptan geciyorum. bagaj alimina akan diger insanlari takip edip tam yürüyen merdivene gececekken; kiyafeti üzerinde digerinden daha da sakil duran baska bir memur elini uzatip pasaportumu istiyor. “e abicim az önce orada aldim damgayi iste daha ne kastiriyorsun” demiyorum tabii ki ve pasa pasa bekliyorum damganin da kontrol edilmesini (hala var mi bilmiyorum ama metro’dan cikarken de kapida faturanizi kontrol eden görevliler vardi. onlari saygiyla aniyorum). hizla merdivenlerden kayip, döviz bürosunda para mi bozdurup, disaridaki “taksi müzesi-mersedes’e saygi/50 yil oncesinin teknolojisi” bölümünden bir araba alip sigara-ter-eskilik kokulari icinde otelime gidiyorum. otel güzel bir yerde, okyanusa yakin. sabah kalktigimda penceremden okyanusu görebilecegim demek ki; 15 yil sonra yeniden...

resepsiyondan önce bodyguardlar tarafindan karsilanmis olmak, firtina öncesi hafif hafif sallanan yapraklarmis aslinda. kaydimi alan kisi o kadar guvenilmez duruyordu ki karsimda; belgrad’da arkadasimin yaptigi gibi “lutfen pasaportumun fotokopisini verin, burada birakmak istemiyorum” cikisini yapmak zorunda hissettim kendimi (ki belgrad’da yapmamistim). adam biryantinli saclariyla hic de tezat olusturmayan en sahte gülüsüyle “elbette. siz odaya gidin. bizimki bozuldugu icin ben fotokopiyi cektirtip, bellboyla 10 dakika sonra odaniza gönderiyorum pasaportunuzu” dedi. az önceki cümlede bahsi gecen bellboyla birlikte odama kadar gittik. iceri girerken ikinci isaret fisegi de atilmisti; duvarlari hafif titreten bir “dim-tiss, dim-tiss” ritmi ve onun gerisinden gelen kivrak arap melodileri. “e” dedim “nedir olayimiz, bu müzik nereden gelir?” “tam altinizda bizim lübnan restoranimizvar. cok güzel müzikler calarlar. begeneceginizi düsünüyorum” “hmmm olabilir. kaca kadar devam eder peki bu eglenceli ortam” “4 civari biter genelde” “ooo yee, ben bir resepsiyonu arayayim”

bos oda olmasini beklemiyordum tabii ama pasaportumu bekliyordum. o kadar cok oyaladi ki, o kadar guven vermemeye devam ediyordu ki, 40 dakika sonra bilfiil gidip kendim aldim beklendigi gibi. bu esnada da; fas’a giris yapilirken pasaportunuza bir numara yazildigini ve bu numaranin sizin fas’daki tüm kayit gerektiren islemlerinizde kullanildigini ögrendim ve maalesef ki benimki okunakli olarak yazilmamisti ve onu okumak icin de bi 5 dakika daha harcadik orada. neyse efendim; o gün, zaten pinpirikli olan ben 4e kadar uyuyamadan yatakta döndüm durdum.

ertesi gün ise otelin demografik yapisini daha net bir sekilde görebiliyordum; gerci 3 gece boyunca fas gayri safi milli hasilasinin %10’una denk geldigini düsündügüm –basta ferrari ve porsche- lüks arabalar bunu acikliyordu ama otel; paris bistro tarzinda bir restoran, yukarida bahsini gecirdigim lübnan lokantasi, bir acik hava bari, bu barin iceriye uzantisi füzyon bir café/restoran karisimi, en altta gece yarisindan sonra acilan kulübü ve mesleklerine ait tüm yapiskanligi üzerlerinde tasiyan bodyguardlariyla tam bir “vergilendirilmemis kazancinizi burada harcayabilirsiniz” mekani idi. bunlarin dogal bir sonucu (ya da sebebi) olarak da, berberî irkinin en güzel kadin ve erkekleri orada toplanmislardi. hele bir de anlam veremedigimiz hollandali bir manken toplulugu zuhur etti ki otelde, aman diyim.
ertesi gün odam degisti, gurultu biraz azaldi, tabii ki sifirlanmadi ama sayili gün cabuk gecer düsturu ile sineye cekip polyannacilik oynadim, bi gece lübnan’da bi gece de bistro’da yemek yedik, ki yemekler gercekten güzeldi. bu yemekler esnasinda ekibin fransiz’indan (ki o zaman daha boykot filan yok) hayatta ne isime yarayacagini bilmedigim ama bir o kadar da ilginc buldugum bilgiler ogrendim.

söyle ki:
1) zamanin birinde bir fransiz subay avusturya-macaristan imparatorlugunda hapse düsmüs. orada neredeyse her ögün bir sekilde patates yemek zorunda kalmis. ve serbest kalir kalmaz bu zebzeyi yaninda fransa’ya goturup krala tanitmis. hizli yetisen ve besleyici olan bu zebze fakir halk icin bulunmaz bir nimet imis. ancak bunu da tepeden inme bir sekilde halka dayatmamak icin söyle bir uygulamayi devreye almislar. efendim bu zebze özel tarlalara ekilerek, basina bekciler dikilmis ve denmis ki “aman bu kralin özel zebzesi. sakin dokunulmasin, iyi korunsun” ama öte yandan da bilincli olarak güvenlik zaaflari verilmis ki halk calip tadina baksin, kendi yetistirip yesin ve bir sekilde sinif atladigi zanniyla kalorinin dibine vursun…. iste buymus patatesin fransa’ya gelisinin hikayesi. “french fries ne ara, nasil olmus?” derseniz beni asarsiniz, bastan söyliyeyim.

2) yine zamanin birinde fransiz ve hollandali istilacilar antillere varmislar. ama ya yorgunluktan ya da lakayitliktan o toprak parcasi icin savasmak istememisler ve demisler ki; iki farkli taraftan yürümeye baslayalim. bulustugumuz nokta buradaki hakimiyetimizin sinirlarini belirlesin. ve ertesi gün (ya da bir kac gün sonra) sözlestikleri gibi baslamislar yürümeye ve siniri belirlemisler. bu noktada hikayeci fransiz “hollandalilar aksamdan kalmalarmis sanirim, siniri fazla genisletememisler” derken hollandali eleman da “ben de fransiz askerler bizimkileri kandirmis diye bilirim” demisti, kayda gecirmek isterim. ne de olsa insan evladi; cig süt emmis. biz gullit ve rijkard’a selam edip son hikayemize gecelim.

3) efenim fransiz krallarinin kardesleri -bunlara senyör denirmis- lüksemburg bahcesinin oradaki sarayda yasarlarmis. daha dogrusu o lüksemburg bahcesi senyörlerin sarayinin bahcesi imis.

4) bir de yasadigim bir hayal kirikligi ve fransiz arkadasin verdigi ruhsuz tepki geldi aklima, bunu da belirtmeden gecemeyeceyim. söyle ki: güzel bir aksam yemeginin ardindan menude gördügüm profiterolun üzerine atlayip (ki bizimkilere benzemeyen kadayif ve baklava deneyip hayal kirikliklarima bir yenisini eklemek istemiyordum)siparis ettim. ancak geldiginde ne göreyim? toplarin ici dondurma ile doluydu. ben kasigimi o tas gibi sert toplara vurur ve acimi icimde yasarken, o “e evet, profiterol dondurmadan yapilir”i en ruhsuz haliyle dile getiriyordu. “hadi len” demedim icimden, "gel seni bi inci'ye ya da manolya'ya götüreyim de gör nasil olurmus kremali profiterol" da demedim. hamurlarini yiyip, dondurmalari birakarak koydum kisisel tepkimi.

fas simdilik bu kadar. 2. bölümde yeni otel, dönüs yollari ve daha nicesi. azzzz sonra.
trailer olarak buyrun buradan yakin: http://youtu.be/Wo2Lof_5dy4