biraz gecti üstünden ama güc olmasin diyerek buyrun 2 ay öncesine...
motivasyonlar:
mayis ayi
filandi, yine türkiye’deydik. yeni ve tek maratoncumuz birant’imiz daha müzike
sarmamis ama newyork’dan sonra berlin’de de kosacagini deklare etmisti.
zamanlama mükemmeldi; 30 eylül 2012; baska bir deyisle efe’nin
herbstferien’inin baslangic haftasonu. olur mu olmaz mi, acaba, himm derken,
haziran’a dogru artik aksiyon alma vaktinin geldigi asikardi ve gereken
yapildi
pre-giris:
efe’nin yaz
tatili tarihleri, diyanetin acikladigi mübarek günler gibi yillar öncesinden
bilinmesine ragmen nedense tr biletlerinin alinmasi konusunda sahsima münhasir
bir atalet söz konusu. 2 ay kaldigi halde sommerferien dönüs biletleri alinmis
degildi (baska bir dönüsün gidisi olarak basel-istanbul biletimiz vardi
allah’dan) bu gercek yukaridaki maraton karariyla birlesip, thy ucuk
fiyatlariyla bizi bezdirmeye baslayinca lufthansa imdadimiza yetismisti;
agustos’da münih aktarmali ist’a dönecek, 1 ekim’de de sebo ve efe berlin’den
lufthansa ile direkt istanbul’a ucacak, ben de ayni günün sabahi easyjet ilen, karga
kakasini yemeden basel’e geri dönecek, 1 hafta sonra istanbul’a gidecektim.
alternatif rotalar, substitional planlar konusundaki yetenegim hedefe gidis
disindaki parkurlari halletmisti? peki easyjet’in bile normal havayollari kadar
fiyat cektigi berlin'e gitmek icin nasil bir cözümüm vardi? var miydi? elbette vardi dostum;
deutsche bahn! cok güzel bir denk getirme ile 12:22’de bad bahnhof’dan kalkan
ice’miz bizi 19:25’de berlin hauptbahnhof’a birakacakti; hem de 1.sinifta ve
hic aktarma yapmadan. danamiz ile birlikte uzun bir tren yolculugu hedefimiz de
böylece gerceklesmis olacakti (bir sonraki step gece treni ile uzak bir sehre
gitmek, yatakli)
giris:
sayili gün
cabuk gecer misali eylül’ün sonlarina yaklasmistik. danamizin bir yilda 2
(iki), ilkokul süresi olan 6 yilda da toplam 12 (oniki) olan izin günlerinden
(hastalik haric bu rakamin benim zamanimda türkiye'de 15 oldugunu hatirliyorum. ama
arkadaslarim 20 oldugu konusunda israrli ki su anda da 20 imis. canim ve güzel
türkiye’m.) calmamanin sevinciyle, ögretmenine „efe’yi 28 eylül'de saat 11:15’de
alacagiz“ notunu yolladik. „alabilirsiniz ama neden?“ cevabi geldi. „bir trene
yetisecegiz de o sebeple son derse girmeden alalim istiyoruz“ dedik. „doktor veya
baska randevular disinda bu sekilde erken cikmasini tasvip etmiyoruz. bu
seferlik olsun ama bir daha dikkat edin lütfen“ fircasiyla kendimize geldik.
isvicre gercegi bir defa daha bir tokat gibi hisettirmisti kendini. neyse
toparlanmamiz cok uzun sürmedi ve almanya’nin isvicre topraklarindaki istasyonu
olan bad bahnhof (basel’liler gare du nord da diyor kendisine) dan trenimize,
tabii ki tam vaktinde, bindik.
alex de bizleydi.
yaratim sürecine hiiic ara vermedi.
e ucuyoruz neredeyse?
isvicre'de alman treni dakikligi; elbette dostum!
ayirttigimiz gibi masali koltugumuza oturduk ve
hemen trenin rotasini gösteren brosürü incelemeye basladik, bunu interrail
dönemimizden beri yapmayi cok severiz. hangi sehre ne zaman variyor, oradan
hangi trenlernerelere götürüyor
insanlari, 14 saat süren yolculuk nasil böyle zamaninda baslayip yine zamaninda bitiyor…
ögreniyoruz ki interlaken’dan gelip berlin ostbahnhof’a kadar gidiyormus
trenimiz, ki bu da ayni tren ile otelimize kadar gitmek demek oluyor. ooo la la. bir taslan iki kus.
gelisme:
cogu zaman
eglenceli, bazen gergin, bazen bezgin, yer yer kahkahali bir yedi saat sonunda,
aile birligimizi dagitmadan berlin’e varmak hepimize cok iyi geliyor. otele
yerlesiyoruz, sms denen mucizevi aracla ekibin (birant, zehra, ayse, serkan,
….., murat, gülbin) yerini ögreniyor ve mekana akiyoruz (www.meisterstueck.de). güzel bir bira ortami. öglenden beri orada oturan elemanlarin tavsiye
ettigi biralar gercekten basarili. 0,75’lik siselerden genisce bardaklara
garsonlar tarafindan bira servisi yapilmasi da güzel bir duygu imis. efe
corbasina ilgi göstermeyip bizim sosilere atlayarak yakin gelecekteki
tercihleri hakkinda bize mesajlarini veriyor. yemegin sonuna dogru ilsu da
arz-i endam ediyor ve hizlandirilmis sehir turumuz berlin zentrum civarinda
basliyor. check point charlie yöresinde efe’ye 2.dünya savasi , bitisi,
almanya’nin ve berlin’in bölünmesi konularini anlatiyorum bildiklerim ve
etraftaki enformasyon objelerine dayanarak. hitler’i daha önceki hikayelerden
„deli alman“ olarak taniyan elemani gectim, benim icin bile yeni bilgiler var
agzimi acik birakan. bayagi bayagi ülkeyi de baskenti de 4’e bölmüs adamlar
savas ganimeti paylasir gibi. sonra bir sekilde dogudaki ruslar bakmislar
olacak gibi degil, "duvari muvar dikelim de gecisleri durduralim yoksa burada kimse kalmayacak" demisler.
hikayenin buralarinda bir anda efe’nin „iyi taraf - kötü taraf“ seklinde bir
siniflandirmaya gittigini fark ediyoruz. ve diyoruz ki „neyin iyi neyin kötü oldugu
disardan bakilarak bilinemez cekirge. tamam dogudakiler özgür tercihlerini
yapamiyor, istedikleri gibi gezemiyorlardi ama onun yaninda her daim bir
isleri, baslarini sokacak yuvalari, hastalandiklarinda gidecekleri hastaneleri
ve okullari vardi. öte yandan batidakiler özgürlerdi ama cok siki bir rekabet
icinde yasiyorlardi; an geliyor sokakta yasayanlar soguktan donup hastalaniyor
ya da ölebiliyorlardi. bidi bidi bidi bidi…“ o’nun da aklina yatti bu yaklasim;
„özgür olanlar, özgür olmayanlar“ diye böldü almanlari. turist fotomuzu da cekip rahatladik ve geceyi planör karimin hedefledigi ama bir zincir oldugunu fark ettiginde üzüldügü einstein cafe’de
kahve ve caylarimizi icerek tamamladik. otelimize giderken bindigimiz taksinin
söförü, gelirken bindigimiz gibi türktü ve o da türkce radyo dinliyordu.
ertesi gün
serbest zamanla basladi. maratoncular ve yancilari spor fuarina ve parkura
bakmaya gittiler. biz kabadayilar, sebo’nun arastirmalarinin sonucu olacak east wall
kalintilari boyu yürüyüsü tercih ettik (http://www.eastsidegallery.com/index.htm). sicak aylarda beach moduna gectigini
tahmin ettigimiz bu ortamlar simdi bombostu. ama kalan duvarlarin uzunca bir
bölümü buradaydi ve bir okazyon cercevesinde üstleri sevgi, baris, kardeslik,
cicek, böcek motifleriyle doldurulmustu, gri-mavi gökyüzü altinda güzel enstantaneler yaratilmisti bazi yerlerde.
sanatcidan komik bir enstantane
sanatcinin özgün bir yerlestirmesi
iste o bretzel calma ani!
bir konuda kafa ütülüyorum ama ne?
tüm meymenetsizligi ile verdigimiz
parayi alirken bile yüzü gülmeyen bir adamin mekaninda kahvalti yaptik. yagda
yimirta ve mozarellali sandvic candir. poset cay da vardi. efe’nin caktirmadan
aldigi bretzelin parasini vermek bile adami güldürmedi. yuh be arkadas.
ileride yüzen hostel önde kraliyet ailesi
yolun
sonundaki floating (yüzen) hosteller ilgi cekiciydi ancak ben icine bakma
enerjisini bulamadigim icin kendimde, kaldirimda bekledim. „keske“ dedim,
„kahvaltiyi burada yapaydik!“ sonra „ulan“ dedim, „tek derdimiz bu olsun“.
oberbaumbrücke'yi casuslarin degistirildigi köprü diye yutturduk efe’ye;
direkt yedi tabii ki. hatta genis yaya bölümünde ajancilik oynarken
kahkahalariyla inletti gri berlin sabahini. söyle bir durup baktik köprüden;
düsseldorf, londra, barselona, hamburg (daha canli goremedik ama olsun,
referanslar kuvvetli) gibi berlin de nehir/deniz kenarini ne güzel bir dönüsüme
sokmus. eski binalar, yenileriyle uydurulmus, kafeler, muzeler, calisma ve
yasama mekanlari birbirine yedirilmis, suyun rahatlatan etkisiyle bir cazibe
merkezi haline getirilmis. hadi bogazi gectim, halic bu is icin birebir bir mekan
ama neyleyim öyle dönüsümü „bira yok kola verelim“ dedikten sonra garson arkadas.
metro
biletimizi alirken bana hic yakismayan bir plansizlikla 3ümüze de ayri ayri
günlük biletler aldim; halbu ki 5kisinin birlikte gezebilecegi ve bizim ödedigimizden daha hesapli günlük biletler
de varmis; aman dikkat! hatta 5 kisinin 3 gün boyunca kullanacagi biletler de
var galiba ama moralim bozuldugu icin artik onunla ilgilenmedim. interrail
gezimizde görüp cok begendigimiz kilisenin oraya gittik. aslinda bu bir sado-mazo
hareketti cünkü onu gören efe’nin en az 2 saatlik soru soracagi asikardi.
maalesef (allahdan) kilise bakimdaymis, soru-cevap rezervlerimizi ileri etaplara sakladik. aval aval etrafinda dönüp bir seyler
yemek icin mekan baktik, yedik. etrafta bir kac örnegini görmüs oldugumuz
ampelmann ile de orada tanistik.
kendisi dogu berlin’in trafik isiklarindaki
temsili insaniymis ve bir psikolog tarafindan tasarlanmis (al sana dogunun bir
cinsligi daha) zamaninda. sonra akilli bir girisimci tarafindan kesfedilip
ota-boka maydonoz (pardon) bir karakter haline getirilmis. cok da tatli olmus.
yesil olani bereket tanrisi ile karistirilsa da bir acidan, sirin.
tüketen bir turistim
gercegi ve cakmasi
yemekten sonra obsesif karimin „yüksekten berlin manzarasi’na karsi
bir seyler icilecek yer“ olarak belirledigi berlin teknik universitesinin cati
katindaki cafeye gidiyoruz. ariyoruz. buluyoruz. ama o günün bir cumartesi oldugunu tokat
gibi carpiyor yüzümüze kapidaki görevli.
bu hezimetten sonra plan yapma hakki bana geciyor ve ekibi itirazsiz nordbahnhof ortamlarina götürmek icin en kolay ulasabilecegimiz tasit olan otobüsün duragina gidiyoruz. o da ne? otobüs de direkt nordbahnhof’a gitmiyor mu? toplu tasimadaki bu tesadüfî sansimizi zorlamadan atliyoruz ve sehri üstünkörü geze geze variyoruz hedefe. biraz yürüdükten sonra duvarin kalintilari etrafinda olusturulmus acik hava müzesine eriyoruz. yeri gelmis duvarin izi üzerinde ince demir cubuklarla görsel bir güzellik saglanmis, yeri gelmis duvari gecmeye calisirken ya da baska bir sebeple duvar yüzünden ölenlerin fotograflari ile hikayeleri anlatilmis. duvarin sag tarafinda kacmaya calisirken vurulan ve tahminen ölen insanlari temsil ediyor 20cm capindaki cemberler, icin daraliyor.
duvarin "ölenleri anlatan" kismi
mutlulukla mutsuzluk arasindaki 28 yillik sinir
ayni cemberler sol tarafta kacip kurtulmus insanlarin ilk ayak bastiklari yerleri gösteriyorlar, icini bir sevinc kapliyor insanin; en azindan benim. bir gözetleme kulesi
ve etrafindaki boydan boya duvar komplexi korunmus tamamen, etrafi yüksek bir
duvarla kapatilarak. ki tam karsidaki müze binasinin http://www.berliner-mauer-gedenkstaette.de/de/ üstüne cikip olayin vahametine
oradan hakim olunabilinsin diye. bu noktada efe iyi ülke, kötü ülke, mutsuz
ülke, mutlu ülke ayrimina geri dönüyor cünkü insanlarin batidan doguya
rahatca gecebilirken, dogudan batiya gecislerinde öldürülebildiklerini ögreniyor. ve
bir de conrad
schumann’in 1961’de kacarken cekilmis fotografi isliyor kafasina; „bir asker
bile birakip kaciyorsa ülkesini“ diyor sanirim „o ülkenin iyi bir ülke olma
ihtimali olmaz ki“. cetin mert’inhikayesinden bahsetmiyorum artik. daha fazla üzmeye, kafasini karistirmaya gerek yok danamizin.
pesi sira moraller yükselsin, havamiz dagilsin deyu potsdamerplatz’a
akiyoruz. amac bir yerde oturup orjinal berliner yemek, kahve icmek. ama ne mümkün? en
son köskös dunkin donuts’a girip oradan aliyoruz, kötü bir kahveyle yiyoruz plastik berlinerimizi. bulamiyoruz orcinalini.
gösteriden önce sekt icmezsek olmaz
cesitli okazyonlarla biraz daha vakit gecirip tek tasla vurmak istedigimiz kuslardan biri olan dans tiyatrosu gösterisine gidiyoruz. mekan (http://www.sophiensaele.com/index.php) cok hosuma gidiyor. bekleme salonunda isiklandirmalarin ince belli caybardaklarina konmus mummlarla yapilmis olmasi bir sekilde hosuma gidiyor. multi.kulti tam gaz. sonradan ögreniyoruz ki gösteri ekibinde (http://www.luckytrimmer.de/) oyuncular disindakiler ücret almiyorlarmis; kazanilan paralar mekan kirasi, teknik giderler vs’ye gidiyormus. yönetici „illa para yardimi degil, yiyecek icecek getirerek de devamliligimiza yardimci olabilirsiniz“diyor.
ekibin fransiz bilesenleri
tüm kadro
fuayede baslayan gösteri efe’yi oldukca etkiliyor. insanlarin
vücutlarina hakimiyeti, müzikli müziksiz hareketlerin biribirine uyumu,
a-ritmikligi vs… nereden anliyorum? kendi kendine alkislamasindan. cünkü keci
beyimiz begenmezse degil alkislamak, parmagini bile kiprastirmaz.
cikista kosucularla bulusuyoruz bir „dünya mutfagi“
ortaminda. muhabbet güzel, bira-cider güzel ama yemekler, ictenlik, i-ihhh. bi
daha zorda kalmadikca bu tür ortamlara gitmeyelim diyoruz kraliceyle. yemekler iyice endüstriyellesmis, tat-tuz kalmamis. mesaz kaygili paragraf biter.
sonuc:
sabah kalkip alexanderplatz’a akiyoruz. "ne yeriz? ne yeriz?"
diye gezinirken bu tatilin kaderi dunkin cikiyor karsimiza yine. bagel arasi
krem peynir, salam, peynir aliyoruz bize,cayla. uyuz danaya sade simit ve süt.
birant-murat-serkan-ayse’nin tahmini gecis dakikalarinda seyirci olarak
yerimizi aliyor ve basliyoruz beklemeye. murat takiliyor objektiflerimize
sn.murat kulak 10.km'de
10.kmde.hadiii hoop zehra ve ilsu ile bulusup 20.km’ye akiyoruz. orada ben digerlerini kaciriyorum ama yine murat’i yakaliyorum (bir isaret mi bu?) ve canli röportaj yapiyorum bu sefer.
sonrasinda biz mola aliyor ve müze adasina gidiyoruz. kahve-apfel strudel
molasi sonrasi ben son bir sansimi denemek icin geri dönüyorum 40.km’ye.
demirlerin arkasinda sakalli, kapsonlu ve süpheli bir sekilde etrafimdakileri
rahatsiz ede ede sabirla bekliyor ve nihayet önlere geciyorum. sel gibi insan
kosuyor karsidan, ne zor is takip etmek? sadece sag tarafa odaklaniyorum
anlastigimiz gibi ama bu sefer de komple bir %60’ini kaciriyorum kosanlarin,
icim huzursuz. kacirdik mi yine acaba? ve nihayet görüyorum birant’i; bagiriyorum “cok net” diye. bu
gazla hizlaniyor ve 10 kisi daha geciyor sanirim. efenim?
efe and the alexander the great
kosu sonrasi bulusmak
kolay degil. bir de elamanlar 4 saat kosmuslar arkadas; ne su kalmistir vücutta
ne mineral. onlara bulasmiyoruz biz, kendi sakin planimiza dönüyoruz ama plan
yok ortada. aktif annemiz bizi bergama müzesine sokuyor. 10 küsür yil önce
gelmistik interrail yaparkene, bu sefer efe’yle geziyoruz. ayi gibi taslarin,
tapinaklarin sökülüp getirilmis olmasi pek etkilemiyor gibi adami. ama
yunan-roma-asur-sümer gibi ortamlar hakkinda sorularini da sormadan edemiyor,
ki biz de yalan yanlis bilgilerle donatiyoruz kendisini.müze pek büyük degil, 1 bilemedin 2 saatte
bitiyor bizim standartlarimiz dahilinde; kulakliksiz ve tamamen amatör
bakislarla.
müzeden sonra yürüyerek kitap agirlikli bir bit pazarinin
icinden geciyoruz. berlin’in deresi kivrila kivrila kâh önümüze cikiyor kâh
yanimizdaki köprünün altina saklaniyor. ileriden gelen müzigi takip ettigimizde
karsimiza biraz yüksekce yerlesik bir kafenin altindaki genisce alanda tango
yapan ciftler cikiyor. hafif serin (chilling) havaya aldirmadan dans ediyorlar,
oturup soluklaniyorlar, sonra tekrar kalkip devam ediyorlar cogunlugu 40 ve
üzeri yasli ciftler. o zaman tanimiyorum ama mardin yesilay baskani orada olsa
ne düsünür acaba diye simdi düsünüyorum. iyice üsüyüp acikana kadar
takiliyoruz. sonra tekrar yürüyerek bir gece once tiyatroyu izledigimiz yere
yakin häckischermarkt’a oradan da oranienburgerstrasse’ye variyoruz. amacimiz
söyle etnik, lezzetli ve dolu dolu bir yemek yemek. pek cok secenekten benim
subliminal telkinlerim yardimiyla restaurant amrit
denen hint restoranina cöküyoruz.
önce pilav
sonra curry
and action!
ama ne cökme? o kadar cok ve kontrolsüz
söylemisiz ki, ben kendi adima bira icmedigim icin cok mutluyum, yoksa berlin
devlet hastanesine gitmek zorunda kalabilirdim. dana zaten acili hint
yemekleriniagzi yana yana, icini ceke
ceke öyle bir yiyor ki, gören her yemegi öyle yiyor sanar. görece erken yenmis
yemek, birazcik yürüme ve otelde icilen cay; uyuyabilmenin kapilarini aciyor
bana. yoksa sabah 04:30da kalkip ucaga yetismem hayal olarak kalabilir.
sabah otelin karsisindaki ostbahnhof’dan
trenle direct havaalanina akiyor, easyjet’imle güzel ve kücük basel’ime
dönüyorum. kralice ve dana aksama kadar takilip 22:00 küsürdeki lufthansa ucagi
ile istanbul’a ucuyorlar, ama ogreniyoruz ki hem bekleme ortamlari cok kötüymüs
hem de ucakta birak plastic makarna yemeyi; sadece sandvic ile gecistirmisler
acliklarini… neymis? staralliance da olsa yeri geldiginde budget airlines
ayaklarina yatmak olasiymis….
son söz: berlin güzel sehir. yasanir.
bakalim efe üniversite’ye filan buraya gelirse, biz de akariz yanina. zaten dün sordum kendisine "londra, paris ve berlin'den ilk firsatta hangisine gidelim?" diye, o da berlin'i secti.... ;)