Monday, June 11, 2012

mr., mrs. and jr. kabadayi are on holiday

yine tatil, yeni tatil

motivasyon I: almancasi "pfingsten", türkcesi "hamsin yortusu" olan bir tatil var burda. paskalya'dan 50 gün sonra oldugu icin mayis-haziran aylarinda eda ediyoruz her sene ama fix oldugu bir nokta var ki, o da her daim pazartesiye denk gelmesi. üstüne 1 gün de izin alarak loooong weekend yapilmaz da ne yapilir?

motivasyon II: kralicemiz su haberi okumustu "globe tiyatrosu, shakespeare’in kaleminden çıkan 37 eseri, 37 farklı dilde sahneleyecek. bu 37 farklı dil arasında türkçe de olacak. shakespeare’in türkçe olarak sahnelenecek eseri “antonius ve kleopatra” da antonius’u usta oyuncu haluk bilginer oynayacak. böylece bilginer, shakespeare’in ünlü eserini, shakespeare tiyatrosunun kalbinde, türkçe olarak sahnelemiş olacak."

karar: 3 ay sonra tekrar londra

cuma varis: tabii ki easyjet ilen öglen inis. artik hakim oldumuz yollardan sehre ve otele varis. zamaninda projeler sebebiyle pek cok geceler gecirmis oldugum hilton zincirinde birikmis puanlarim sayesinde, regent caddesine cok yakin bir noktada konakliyoruz bedava bir sekilde. bir de üstüne danamiz sebebiyle odamiza ek yatak koymalar, bu sebeple de odayi upgrade etmeler, üstüne her gün resepsiyonda ikram edilen cukulatali kurabiyeler, iki adim mesafedeki carnaby, on arsin ötedeki soho, ohooo; what a wonderful life.
3d UK flag
cuma sonrasi: ilk plana göre fulvia aksam bizi bir "gastro pub"a götürecekti. bulusana kadar soho civarini gezelim dedik. ama iste gezip oranin renklerini, civilini görünce de ayrilmak zor geliyor. hemen bir iki telefon, plan degisikligi ve fulvia ile ortamlarda bulusma. benim icimde "ulan bu sefer bir cin restoranina sokabilir miyim bu iki keci hatunu?" sorusu, sohbet ede ede geziyoruz. öncelik danamiza verdigimiz hamburger ve m&m sözünü tutmak. o esnada sabahtan beri aptal eden rüzgar da siddetini iyice arttirinca artik icimdeki ümidi bir kenara birakiyor ve hoooop dogru busaba eatthai ortamlarina atliyoruz tekrar. yine basarili, yine lezzetli. ten points.
yemekten sonra fulvia'miz bize yeni mekanlar gösterte gösterte carnaby ortamlarina dönüyoruz. kahve icecek yerler kapanmis, publar, barlarda da kahve servisi bitmis cogunlukla (bkz. roma gezisi). en sonunda shakesepeare's head pub'inda oturmadan teyid aliyoruz kahve verilecegine dair ve üst kata geciyoruz ekipce. o esnada ekim kardes de bize katiliyor; daha kabadayilarin ne menem bir vampir oldugunu bilmiyor kendisi. o ana kadar hep dr.jekyll olarak tanidigimiz fulvia bir anda mr.hyde moduna geciyor; cünkü barmeid'imiz "kahve yok" deme gafletinde bulunuyor kendisine. neyse asagidan manager abla geliyor da, konu ilik bir kahve ile baglanip geceye devam ediliyor. ben daha klasikim (elmali) cider konusunda. cilekli filan beni bozar diyorum. gaflet uykusundayim yani.

sicak dakikalar azz sonra!
gecenin sonunda odamiz 2 adim ötede, danamizin uyumasi 5 dakka sürmüyor.
cumartesi: dünden gözümüze kestirdigimiz bir kafeye kitlendik, gittik. icerde 5 masa filan var, kücük ara sokaka muhallebicilerini andiriyor. 8den 6'ya kadar acik, kahvalti ve öglen servisi var sadece. gittigimizde bir cift var iceride. ispanyolca aksanli garsonumuz (hondurasliymis) cok tatli. mutfaktaki abiler de.
bal-kaymak ve menemen ister deli gönül
dün gece o kadar yüklenmisim ki bünyeye, yogurt-bal-müsli gözüme padisah sofrasi gibi geliyor. o esnada yeni müsteriler geliyor. biri dün geceden kaldigi belli olan, günes gözlüklü, sortunun üstüne ceket giymis, ismarladigi kahveler hazirlanirken dolaptan kaptigi 1 litrelik suyun yarisini bir cirpida icen abi bir enerji getiriyor iceri. gerci ondan önce gelip, sebnem'in arka masasina oturmus olan amca, her zaman gec kaldigi kiliseye bu sefer vaktinden önce gidip sevinmisken, günün cumartesi oldugunu fark edip yasadii hüznü paylasti sebnem'le. ve de manchester united taraftariymis. "ne ictiysen aynisindan bize de söyle" dedim. kahvalti bitiminde önce westminister'e gittik. otobüsten indikten 5 saniye sonra "fotoraf makinasini aldiniz di mi?" diye soran sebnem'i duyan firat, tam kliplik bir performans ile otobüsün pesinden kosmaya basladi. arada insaat iscilerinin "hey what the f.ck are you doin'?" türü tezahüratlariyla kosmaya devam etti. ahan da karsiya ecmek zorundayiz? ohh yesil yayalara, devam. trafik de tersten akiyo, girmesek göbekten bi otbüse neyin? ooooo otobüsü yakaladim, durakta binerim. oooo kirmizi yandi. en icten vücut dilimle "kapiyi acar misiniz, kameramiz yukarida kaldi da" cirpinisimi anlayan afro-ingiliz soföre saygilarimla. bir sonraki durakta nefes nefese, iki büklüm inmistim otbüsten ama kameramizla birlikte. efe'nin gözünde "10 kahramanlik puani" aldim ama en az; cok müsterihim.
westminister önünde deli kuyruk ve deli giris ücreti. hemen uzuyoruz.
süperbaba birazdan ayni otobüse yetisip kamerayi kurtaracagindan habersiz...
sean paul'de de giris ücreti var ama en azindan kuyruk yok. ben yüce kralicem ve prensimden izin alip, bahceye yatmaya gidiyorum. onlar da 500 küsür merdiveni cikip aziiz londra'ya söyle bir tepeden bakiyorlar.

sean paul'den london
ice-cream stop


döndüklerinde kücük bir mola verip dondurmali, borough market ortamlarina aktik. cumartesileri zirve yasayan bu mekanda ben kuzu etli köfte, eleman ravioli ve gnocchi, kralice de bi sekil börek yidi. en az yarim gün gecer orada yiye ice amma, devam etmek lazim gezmeye görmeye, saatler akiyor. bu temenniyle girdimiz kafe aslinda ercegin hic de öyle olmadigini österiyor ve bizi yaklasik 1 saatlik bir dinlenceye buyur ediyor. hemi de thames manzarali.

dancing navigator at cafe costa
yarinki oyunun biletlerini almak icin shakepeare globe ortamlarina akiyoruz. ahan da haluk, emre, mert abiler, zerrin ablalar hayranlariyla foto cektiriyorlar. biz de entegre olduk, cektik fotolarimizi, aldik piletlerimizi.

Antony and Dew
yemek icin fulvia ile bulustugumuzda coktaan acikmistik. midpoint benzeri bir ortamda cesitli yiyeceklere verdik kendimizi. bu günün anlam ve önemi olan örövizyon yarismasini seyredecek bir pub, bir bar, bir pavyon olmayisini da cok elegan bir vampir hamlesiyle hallediyoruz: ekim kardes az ötede oturuyor ve nazik teklifimizi geri cevirmiyor saolsun. kösebaslarindaki hint lokantalariyla benim icin bir cenneti andiran mekandaki bakkal yüklendigimiz iceceklerle oylamaya yetisiyoruz. ilk defa cilekli (ve limeli) cider iciyorum. sen ne güzel seymissin öyle? kedi canini senin.
fulya verdigimiz gazla ve mert firat yüzünden, ekim ve sevim de fulya yüzünden yarin ki oyuna gitme karari aliyorlar. bir kez daha san'at kazaniyor.

rekorderlig candir
pazar: kahvalti icin fulya ve sehnaz ile bulusuyoruz. sehnaz ile 30 yil sonra görüsüyoruz aslinda. ilkokuldan arkadasim ve ilkokul bittikten sonra 1 ya da 2 kere görmüsümdür kendisini. yillaaaaar sonra facebook denen cennetlik icat sayesinde bulduk birbirimizi, kismet ,o gün de birlikte bir seyler yedik, ictik. ki yalniz degildik. planladigimiz gibi fulya da vardi ama yan masada da mert firat ve emre karayel de vardi. koca londra'da baska yer mi yoktu, secret'in fulya'ya bir mesazimiydi bilmiyorum ama fulya paralizeydi ve recover olacak gibi görükmüyordu. allah'dan thames boyu yürüyüp cilekli ciderlari caktik da; nesemiz yerine geldi tekrar. cok yasa cider, ama cilekli!

I saw the light
oyun güzeldi. antoni ve kleopatra; veya tam tersi. shakespeare's globe ilginc bir yer. 3, 4 kat oturma yerleri var. sahnenin tam önü ise ayakta seyircilere ayrilmis. viyana operasi'nda da biletleri oyun günü satisa cikan, oldukca ekonomik fiyatli, sadece ayakta seyirci kabul edilen yerler vardi. bu sayede önceden bilet alacak zamani ve özellikle de parasi olmayan seyircileri korumayi hedefliyorlardi. biz de siraya girip gitmistik ama oyun bayagi bir kasmisti.
neyse efenim, globe'un üstü acik. gecen ucaklarin, helikopterlerin gürültüsü oyunu eziyor. bizim seans tam öglendi mesela, bayagi bir insan oldukca yogun günes isinina maruz kaldi. yagmur yagsa cok net islanacaklardi.

oyun cikisinda greenwich'e vurduk kendimizi. dogu'yla bati'nin ayrildigi yere gittik, birinin teknolojisini, öbürünün ahlakini aldik.
otele dönüp, bi soluklanip vurduk bünyeyi hint yemeklerine. ooo my god! her seferinde oldugu gibi yine "abartmiycam" diye baslayip kalp carpintisi sinirinda kalktim masadan. günün kazanani farkli yemekleri kendi istegiyle tadan ve devam eden dana'mdi. ooo beybe.

danam yürada
pazartesi: hizli bir kahvalti sonrasi biz akvuryuma, sebo da sokaklara atti kendini. kücük ama eglenceli bir akvaryum kendisi, ama gidilmese de olur. benim icin unutlamyacak 2 anidan birincisi, tropikal bölümündeki, koca duvari kaplamis boydan boya baliklari gördügü anda efe'nin agzindan cikan "baba yüradayim sanki!" (yüra=rüya) lafi oldu. digeri ise cikista söyledigi "babacim cok güzel bir geziydi, tesekkür ederim!" demesiydi. 1-1de kendisine dana dedigim, onun da bana "öküz baba" diye karsilik verdigi düsünülürse, insanlik icin kücük ama benim icin büyyüük bir adimdi.




bone collector
yimegimizi de yidikten sonra anneyle bulustuk, odada dinlendik ve fulya'ya kavusmak icin leicester square ortamlarina aktik. kendisini beklerkene tabii ki cilekli ciderlarimizi yudumluyorduk. babysitter'imiz geldi ve gaziyla efe 6.disini londra'da düsürecek son hamleyi yapti, ta taaaa. aksama kutlayacak bir seyleri cikmisti; cünkü biz anneyle "singing in the rain" müzikaline gidiyorduk. onlarsa 2 kiz ve bir bebe olarak sgabetti ve dondurmaya vermeye kendilerini.
londra'da müzikal seyretmek cok güzel oluyor. ama "oyun hele bir baslasin, sonra asagilara daha güzel yerlere gecerim bosluk olursa" stratejisi pek tutmuyor, onu da bastan söyliim. her katin giris ve cikislarina inzibat subaylarini dikmisler, nefes aldirmiyorlar valla.



sali: son gün sebo danayi aldi fulya'dan ve birlikte national history museum'u gezdiler tekrar. mavi balinalar 60 metre mi 30 metre mi sorusunun cevabini teyit etmek icin. 30mus :(
ben de otelin yanindaki le pain quotidien'e konuslanip önce kahvaltimi yaptim, sonra da ögle yemegimi yedim; bi yandan da wireless üzerinden sirkete baglanip islerimi hallettim. teknolojiyi ve bu teknolijiyi bizlere sunan cafe ve restoranlari seviyorum.

sonuc: servet ödeyerek aldigimiz 2 yillik ingiltere vizesinin amortisman payini bir nebze düsürmüs oldugumuz icin mutlu mesut, memleketimize döndük. bir hafta sonra gelip, kralicenin elmas yildönümünü (60.yil) kutlama törenlerini kacirdigimiz icin buruk bir mutluluktu bu ama olsun. 65i yakalariz dedik.

long live queen
best regards.

3 comments:

  1. Bir sonraki London'da kadehler ' Lion King ' için kalksın o zaman.
    Globe'da tiyatro seyretmeden de ölünmesin mümkünse hayatta:)

    ReplyDelete
  2. insanı london konusunda iyice gaza getiren bir yazı olmuş fıradım:) bizim vizeler çıkmış sanırım, sms geldi, bakalım ne kadarlık verdiler?
    şu çilekli cider'i merak ettim. efe'nin yüra muhabbeti pek hoş, defne de ister mi acep o yüraya girmek?
    dişini de london thames'a ataydınız...
    ışığı gördüğün fotoya çok güldüm, o sıcakta tiyatora mı oynanır yaw?
    65. kutlamaya beraber gidelim!

    ReplyDelete
  3. Vayvay 3 sene sonra tekrar okudum yazını. Bak ilk yorumumda Lion King demişim. Üstünden Güney Afrika'ya gittik.
    Fıradım seni tekrar yazmaya çağırıyorum. Ve tekrar London'a gitmeye😊😊

    ReplyDelete