Sunday, March 11, 2012

Rammsteinen Sie?

Şunu rahatlikla söyleyebilirim ki, kapidan girene kadar gercekten o kapidan girebilecegimize ihtimal vermiyordum. son ana kadar bir murphy’nin devreye girip planimizi bozacagi korkusu hep vardi beynimin bir kenarinda. dile kolay; 8 aylik, dantel gibi ince ince islenmis bir planin son adiminda bile tökezleme, yere kapaklanma ihtimali vardi.


olayin evveliyati 2 sene öncesine dayanmakta aslinda. begenecegine kesin gozuyle bakiyordum ama yine de bi "acaba" vardi kafamda. ilk dinlediginde ses biraz yüksek geldi, konumlandiramadi ama sözlerin almanca olmasi, metal melodiler vb, elemani cok kisa sürede ele gecirmisti zaten. cok kisa bir sürede rammstein cd'si arabamizin degismez bir parcasi olmustu. tarkan ve göksel de dinliyorduk gerci ara ara, hatta beyonce'nin bir sarkisini bile cok begenmistik ama disco oldugunu ögrenince takip etmekten vazgecmisti onu.


gecen yaz isaret fisegini emre atmisti: made in germany konser turnesi basliyordu ve zürih konseri aralik ayindaydi.
ta ta taaaaaa!
danamiza hissetirmeden ön arastirmalara baslamistik, mekan neresi, nasil gider geliriz, biletleri ön satistan aliyoruz, vs.vs.vs.
emre, juniorlari zehirlerken..

vesaire de, herhangi bir yas siniri var miydi ki?


elbette vardi dostum.


ve o sinir da 6‘diydi.


ve tabii ki konser tarihinde bizim dana daha 5 yasinda sayiliyor ve burasi isvicre oldugu icin de hic bir riks almaya gelmiyordu; alir bileti gideriz, „neiinnnn, er ist noch nicht sechs jahre alt, wieso? kann er nicht, es geht nicht.....“ derler, kapidan döndürürler, danam da yasadigi hayal kirikligi sebebiyle ileride seri katil filan olurdu mazallah. kiyamam ben ona.
velhasili kelam, oturduk, baktik "abiler nerelerde devam ediyorlar turneye?" diye
"turkiye var mi listede?" diye
"diger ulkelerde bilet kalmis mi ki?" diye....(http://www.rammstein.com/tourMIG/index.de.html)


kita avrupasi'ndaki sehirlerin ya tarihleri uymuyor, ya da biletleri coktaaan tükenmisti. ama tahmin edilebilecegi gibi avrupa sadece kitadan ibaret degildi ve orada, üzerinde günes batmayan koskoca bir birlesik krallik var idi.


ta taaaa.
ve de londra konseri cuma günüydü.
ta ta taaaa.
ve de tam fastnacht tatilinin ortasindaydi.
ta ta ta taaaaa.


londra'daki kedi kiz'imiz



limonata gibi bir yaz aksami, kazablanka'daki son günüm. bavullar otelde, ucagim gece 11de kalkiyor. paul'un bahcesinde oturmusum. siparislerden memnun degilim, salata tuzlu. ekmekler güzel. cola standart. biraz önce oglumu seyretmisim webcam üzerinden, nane cayimi da söyledim mi; ohhhhh, keyifler gicir...
ortamin da gaziyla girdim, aldim sonunda biletlerimizi. gider miyiz, gidemez miyiz riksini de, 8 ay öncesinden.


konuyu pirense baslarda acmiyoruz. kocca bir yaz tatili ve pek cok bilinmeyen var önümüzde. ve bu bilinmeyenlerin en bilineni -tabii ki- yas siniri.
hem mekanin, hem de konser organizasyonunun sayfasindan yeterli bilgi alamadigim icin müsteri merkezine yaziyorum “konserde bir yas sinir var midur?” diye. gelen "Children under 14 must be accompanied by a responsible adult at all times.Under 16s are not permitted in the standing area. Each venues management reserves the right to remove any child from the standing area for safety reasons.I am happy to have been able to assist." cevabi tam tatmin etmese de elimizde yazili bir belge olmasi acisindan hic de fena degil. arsivliyoruz, günü geldiginde kullanmak icin.


eylül ayinda ucak biletleri aliniyor (http://www.easyjet.com/).
kasim sonuna dogru da otel rezervasyonu bitiyor (http://www.booking.com/hotel/gb/high-street-apartments.en-gb.html)...
artik geri sayim baslamisti. konusu her acildiginda "insallah" iceren cümleleri itinayla kuruyorduk ki olasi bir hayal kirikligini daha kolay telafi edebilelim.


gidemedigimiz zürih konserine giden emre'miz sayesinde setlist de elimizde artik. daha dogrusu cd'de ve arabamizda. ki bilmedigimiz sarkilari da dinleyelim, calisalim, ögrenelim, sevelim, sevilelim. 20 sarkinin 19unu (nedeni azzz sonra) o kadar yogun dinliyoruz ki oglumla, artik hangi sirada ne var, favorilerimiz hangisi bastan biliyoruz.


entellektüel altyapimiz bu sekilde zaman icinde gelisirken, artik önümüzde en hard-core engel var: vize!
ösym basvurusuna kafa tutabilecek bir karisikliga ve uzunluga sahip online basvuru formunu 3 kez doldurup, kamyon yüküyle paranin ödeme onayini verdikten sonra dahi is tabii ki bitmiyor (http://www.visa4uk.fco.gov.uk/).
randevumuzu alip face2face icin zürih yollarina düsüyoruz. saolsun, isvicre’deki yasam kilavuzumuz emre sayesinde vizeye özel fotograf cektirmiyoruz, nasilsa begenmeyecekler ve yenisini cektirmeyi kastiracaklar diye. ki netekim elimizdekilere söyle bir bakip „hadi ben sizin bi fotonuzu cekeyim“ diyor yüzündeki sahte gülümsemesiyle vizeci abla.

bir call-centerlari ararken, bir de vize basvurularinda sinirlenmemek icin kendime cok telkinler yapiyorum öncesinde, bayagi da hazir hissediyorum kendimi. ama gel gör ki sürec baslayinca is sirazesinden cikiyor. karsimdaki insan, telefondaki ses sanki tüm bir ülkenin disisleri bakani, ya da ilgili sirketin genel müdürü oluveriyor ve bütün anlamsiz süreclerin sorumluluk bayragini elinde tasiyor sanki. sebnem sayesinde sakinliyorum birazcik, efe’nin bitmeyen sorularina verdigim ve icinde „vize, pasaport, ülke, sinir, neden, eskiden, türkiye, ingiltere, isvicre, pembe kartimiz, almanya'da da geciyor, evet fransa'da da“ kelimelerini kullandigim cevaplar da oyaliyor beni.


„efendim simdi biz bu basvurulari aliyoruz, cenevre’ye kurye ile yolliycaz, ki su kadar frank, oradan bunlar topluca paris’e gidecek, cünkü isvicre’den yapilan vize basvurulari fransa’da isleme sokuluyor. sonra oradan tekrar cenevre’ye gelecek. ve arzu ederseniz oradan da ‚ayri ayri‘ ev adresinize postalanacak, ki bu da su kadar frank, ya da gelip buradan alabilirsiniz...“
o yee beybe!
seyahatimize daha 1 ay var ve normal kosullarda 2 haftada geliyormus vizeler. diye düsünürken maalesef 4 gün sonra babami kaybediyorum. pasaportum cenevre-paris arasinda bir yerlerde ve normal kosullarda ona ulasmak icin min 3 isgünü veriyorlar. bir sekilde alengirli yollarla türkiye’ye gidip, babama veda edip, yeni bir pasaport cikartarak geri dönüyorum. bir hafta sonra da vizelerimiz geliyor. ama ben 2 pasaportlu yasayamayacagim icin hemen eski pasaportu iptal ettiriyorum. ki rahat bir seyahat nasip olmasin bana (her ne kadar gecerli vizelerin yapisik oldugu pasaportlar iptal edildiginde dahi gecerlilik devam eder kurali varsa da, orasi ingiltere. belli mi olur? trafik bile soldan akiyor....)

sabah 05:30'da kalkan bir cift icin cok canliyiz. motivasyon yüksek cünkü

gatwick’e iniyoruz. rahatlikla ilk 5 havalanima girer ferahligi, akiciligi, mimarisiyle. özellikle ucaktan indiginiz binayla, pasaport islemlerinin yapilacagi binaya gidisi simdiye kadar hic görmedigim bir sekilde üstten baglamalari cok sugar bir hareket olmus. neden diger havallanlarinda düsünmemisler de insanlari köstebek gibi yerin altina sokmuslar parantezimizi de tarihe burada not düselim. yürüyen merdivenlerle bayagi bir yukarilara cikiyorsunuz ama buna degiyor: havaalaninin kusbakisi görünümü, o seviyeden bile vizir hareket eden yer hizmetleri, ucaklar, etrafinizda kosturan insanlar.... kendinize gelmemek icin hic bir sebep yok sabah 05:30'da kalkmis olsaniz bile. yalniz dengesini kaybeden ancak buna ragmen elindeki suyu ve bavulunu birakmayan yasli teyzelerin üstünüze düsebilecegini unutmayin ve önce cocugunuzu sonra kendinizi koruyun. bi kac gün sonra yine dik bir yürüyen merdivende, sahibinin elinden kurtulmanin verdigi heyecanla ucarcasina inen bir bavul da görürseniz, her seferinde „aman sag salim ineyim de, gerisi önemli degil“ hissinin icinizde uyanmamasi mümkün degil.


eu, ch, no, nafta ve diger bilimum ayricalikli ülke vatandaslarindan olmayanlar icin özel bir pasaport kuyrugu burada da var. amma kaderin güzel bir cilvesi; bu kuyruk hem digerinden daha kisa, he de daha hizli ilerliyor. bunda „all passports“ denmemesinin de bir katkisi var tabii; herkes yerini bilecek. önce sebnem’ler geciyor pasaportcu teyzenin yanina. ben de bir sorun cikarsa „ama bakin ailem gecti, beni onlardan ayri mi koyacaksiniz“in ingilizcesini düsünüyorum kafamda. sonra sira bana geliyor. tereddütsüz aliyor pasaportlarimi, kontrollerini yapiyor. kafasi baska bir yerde gibi. tirnaklarini yemis. kim bilir ne derdi var? 1001 milletten adamla ilgilenmek, tartismak, 1001 cesit bozuk ingilizce duymak bile yeterli bir stres katsayisi bence. görmedim ama efe’ye gülümsemis bile, iyiye isaret!
„koy bakalim su dombul barnahlarini suraya“ diyor. ilk defa biometrik bir vize ile seyahat ediyor olmanin sasirmasiyla bastiriyorum ilginc cihaza ama ilk bi kac denemede olmuyor. "ingilizler isi sikiya aliyorlar, haklilar" diycem, ulan o zaman ülkeden cikarken niye pasaport kontrolü yapmiyorsun? „aman git de nasil gidersen git. benden uzak, allah’a yakin ol“ mantigimidir ki o? velhasil-i kelam kahramanlarimiz bu etabi da kayipsiz atlatiyorlar ve 4 günlük final countdown’u farkli aktivitelerle yasmak icin kendilerini londra’nin civil^2 sokaklarina birakiyorlar (for more info please check the following link prepared by my queen: http://tatlituzlukarisik.blogspot.com/2012/03/london.html )


konsere giderkene etrafimiz metalci abla ve abilerle cevrili pek görükmese de
ve 24 subat. miss piggy’nin dogum günü. gittigimiz müzikalden gece yarisi gibi dönüp, danamla fulya’yi yatakta! youtube’dan birbirini yiyen timsah ve köpekbaligi videolari izler bulusumuzun ve bitmek bilmez sohbetlerini zorla bitirtip uyutusumuzun üzerinden 10 saat gectikten sonra ancak uyaniyoruz. sakin bir kahvalti, science museum, camden town derken odamiza gelip bir „power nap“ aliyoruz ki aküler dolsun, endorfinler salgilansin.

camden town'da cok agir bir "iyi-iyi acmazi" yasadigimin resmi
biletleri, yas sinirinin olmadigini gosterir maili, oturma ve erisim plani dahil her seyi aliyoruz ama kulak tikaclarimizi almayi unutuyoruuuz. prensimin kalici duyma bozuklugu yasama ihtimalini, oradan tedarik edecegimiz peceteler ile bertaraf etmek üzere anlasiyoruz hanimla metroda.
hava cok guzel metrodan indigimizde. efe öglen aldigimiz kurukafali, gitarli, dumanli t-shirtüyle oldukca hazir görünüyor. O2 arena’nin disi da ici de ayri bir dünya. „konser“ olayi da buralarda bir ayri yasaniyor. 50000 kisi birazdan aksiyona girecek ama etraf cok dingin, kafe ve restoranlarin normal müsterileri yemeklerine devam ediyorlar, kuyruk, izdiham, stres seviyesi herhangi bir günün ötesinde degil gibi. inönü’deki sonisphere’de biten biranin yerine yenisi gelince yüzlerde acan güllerden eser yok burada. arkin'imin kulaklari cinlasin. (http://www.theo2.co.uk/inside/bars-restaurants.html)


ana yapinin etrafinda bir tur atiyoruz, bir seyler yiyoruz, peceteler aliyoruz ve bir guvenlik noktasina geliyoruz. cantalarmiz ve üstümüz aranirken adam bana „do you know the group, mr.?” diyor bir yandan da efe’yi göstererek. “ya ne sandin” diyorum “gelme sebebimiz zaten o. sen merak etme fasiliteler cebimizde...“ hemen arkadaki adam da biletlerimizi scan edip bizi iceri buyur edince anliyorum ki: bu is tamam artik! oglumla ve karimla canli olarak, her fanî ruhun bir kez görmemesinin kayip oldugunu düsündügüm bir konseri seyredebilecegim. eyooooo.
bi üst katta kraliceyi donatiyoruz merchandise ürünleriyle ki ana-ogul ortama kompile uyum sagliyorlar. yerimiz de cok güzel; üst katta sahneyi sol caprazdan görüyor. bateristi ise maalesef kolonlar sebebiynen tam olarak secemiyecegiz. arkamizdaki cifte aile fotogramizi cektiriyoruz.

budur!
20:30’u biraz geciyor saat. ve isiklar sönüyor. koca mekan, binlerce kisi bir an icin susuyor, sonra bir ciglik, bir bagirma, bir vaveyla kopuyor ve spot isiklar tam, ama tam bizim altimizda birlesiyorlar :) “made in germany” turnesinde hep yaptiklari gibi ellerinde o ülkenin bayragi, mesaleler, vs. altimizdan yavas^2 yürüyerek önce ortadaki platforma, oradan da kurulan gecici köprüyle ana sahneye gidiyorlar ve “sonne” basliyor.
hem ilk parca olmasi, hem yer göstericiden aldigimiz tikaclari tam yerlestirememis olmamiz, hem bu kadar isik, gürültü ve alevi bir arada görüyor olmasi ilk basta efe’yi bir sendeletiyor. “n’oldu lo, acaba iyi etmedik mi ki getirmekle?” filan diye düsünürken 2.sarki basliyor ve bizimki entegrasyonun ilk isaretlerini veriyor “eveeet, bu da rammstein!” diyerek.
sonraki her sarkinin bir hikayesi var neredeyse;
feuer frei” hem melodileri, hem bang bang’i, hem alevleriyle hem de legolu klibiyle en sevilenlerden.
mutter” annemizin sarkisi, hücünlü.
mein teil” ara gaz.
links 2,3,4” son favorilerden.
du hast mich“ ilk göz agrimiz, all-time-best’imiz (01:03'den sonra efe'de görülebilen hirsin, zorla yedirdigimiz zebzelere karsi oldugunu düsünüyorum).
amerika“ kontesimizi de avlayan parca.

derken geliyoruz 13.sarkiya. artik bir tesadüf müdür bilemiyorum ama denk gelmis „bück dich“ bu numaraya. daha önceden anlasmis oldugumuz icin, efe hic itiraz etmeden benle disari geliyor, portatif köprü, ana sahneyle ortadaki platform arasina yeniden indirilip intro da calmaya baslarken. „neden cocuklar seyretmiyor bu sarkiyi baba?“ diye soran suratini yiyesim var ama ben sakinligimi koruyup „iste cok kanli bir gösteriymis, arkadasini dövüyormus, gercekten döver mi canim sakaciktan dövüyormus, olsun yine de seyredemeyiz, star wars’da da gercekten ölmüyorlar ama yas siniri var hatirlasana“ diyerek justify etmeye calisiyorum disari cikisimizi. allah’dan ikimizin de tuvalete gitmesi gerekiyor ki bir taslan iki kusu da bu sayede vurmus oluyoruz. geri döndügümüzde sarki hala bitmemis ama biz hemen giriste sotelenip oyunlar oynarak sarkiyi dinlemeye devam ediyoruz, tabii ki sahneye bakmadan („bu sarkinin, bu showun hikmeti harbiyesi ne ola ki lo?“ diye merak edenler varsa ve aykiri görüntüler rahatsiz etmiyorsa girip youtube'a bi bakiversinler. ama sonra "ay ne bu böyle, iiirenc"le gelmesinler bana)

yerimize gecerken „mann gegen mann“ basliyor. showda bir sey yok ama sarkinin sonuna dogru „schwuleeeeeen“ diye bagirsa da sanatkârimiz, daha kelime dagarcigimizda yeri olmadigi icin izlemeye basliyoruz biz de yerimize gecerken. bu platform isi cok iyi olmus, ozellikle sahneye uzak olanlar icin bi iki kuple mutluluk yaratiyor.  

ve orta platformdaki son sarkilari olan ve önceki 2 taneyle %100 tezat olusturan „ohne dich“i caliyorlar; efe cok anlamsiz buluyor sözlerini. haksiz da diil belki.

2 saat boyunca tamamen farkli bir boyutta yasiyorum hayati. alkol almamama ragmen sarhos gibiyim, bos bos gülüyorum, hayata pembe bakiyorum. hic bir dert tasa yok kafamda, oglumun da ileride asagidaki saskin cocuklar gibi pogo yapabilme ihtimalinin verdigi sikinti haricinde. sanirim gözlüklü bir birey olmanin verdigi eziklik sebebiyle ve de genel tirsik yapima istinaden ben böylesine bir pogo ortaminda bulunmadim, bulunamadim ve artik bulunmiycam da sanirim. ama kemanci’da hoparlör devirmisligim vardir, cok net.


konserden sonra biraz saskin ama cok mutlu, öyle aval aval bakiyoruz oglumla etrafa. son sarki „pussy“ cok guzel secilmis. özellikle sondaki sound „ahan da böyle bitmeliydi bu konser“ dedirtiyor (gösteri burada masum yine ama danamin klibini seyretmesi icin daha en az bi 10 yil gecmeli bence. merak eden baksin ama sonra bana gelmesin „aman bu da ne, katiksiz porno resmen“ diye).



10 dakkaya kalmadan saha bosalmis, temizlik baslamis, insanlar fuayeden O2’nun disina dgru akiyorlar. Biz de yavas^2 kendimizi aralarina katip metromuza ulasiyoruz. görece uzun sayilabilecek bir yolculuktan sonra duragimiza geldigimizde -annemiz yarim agiz da olsa- hepmizde bir aclik var. ortamda bi dürümcü, bi corbaci, bi bambi, bi kizilkayalar da olamayacagina göre tam karsimizdaki mc.donalds bize cennetten bir köse degil de, ne?. ham ve cizburgerler göz acip kapayincaya kadar tarih oluyorlar elbette. 25 subata cok neseli basliyoruz.


kiyamam ben bu genc rockcilara, oooooo
















bana sorsaniz, 6 yasindaki bir cocugun ilk konseri bu olursa, artik onu hic birsey kesmez diye düsünürüm ama sanirim kazin ayagi öyle degil. sonucta elemanlarin sonsuz aciklikta bir zihinleri, sinirsiz bir hayalgücü ve hic bir rasyonel ile aciklanamayacak bir mantiklari var. kimbilir bunlar o tatli, o kücük, o kivrim kivrim beyninin nerelerinde, nasil izler birakacaklar, ileride kendisine nasil sürprizler hazirlayacaklar.

bekleyelim görelim (http://www.youtube.com/watch?v=tPFt4n6GW50).  

and the day after!


3 comments:

  1. Basel'in nesini seviyosunuz deseler, Londra'ya 1.5 saat olusunu derim. Yaptiklarin ve yazdiklarin yanina kar kaliyor bu hayatta. İyi ki gittik konsere, iyi ki yazdin konseri :) bu arada ohne dich de benim sarkim.

    ReplyDelete
  2. siz london'a birkaç kere daha giderseniz, kitap çıkartırsınız bu gidişle....hepiniz aşık olmuşsunuz walla şehre, biz de 2 senelik alalım vizeyi bari, kabadayilarla bi london yakışır bize de:)
    london rehberi biras da miss piggy için hazırlanmış sanki, vizeyi nerden alıyorduk yahu? nerede kalmıştınız? konsere nerde gittiniz? gibi sorulara maruz kalmayacaksınız artık!
    bence london'a bambi veya kızılkayalar açalım, hepimiz orada yaşayalım! konser sonrası servisi zayıf buldum. bakın fırsat da bizi bekliyor orda, fulyam sen başla, yettik biz de...
    konserin perfetto geçmesinin, konser tarihinin sihri ile de bir ilgisi olmalı;)

    ReplyDelete
  3. benim de konsere gidesim geldi okuyunca! kantarlari topluca beklerim artik felekten bir london calmaya :-)

    ReplyDelete