Sunday, November 25, 2012

berlin in berlin

biraz gecti üstünden ama güc olmasin diyerek buyrun 2 ay öncesine...


motivasyonlar:

mayis ayi filandi, yine türkiye’deydik. yeni ve tek maratoncumuz birant’imiz daha müzike sarmamis ama newyork’dan sonra berlin’de de kosacagini deklare etmisti. zamanlama mükemmeldi; 30 eylül 2012; baska bir deyisle efe’nin herbstferien’inin baslangic haftasonu. olur mu olmaz mi, acaba, himm derken, haziran’a dogru artik aksiyon alma vaktinin geldigi asikardi ve gereken yapildi

pre-giris:

efe’nin yaz tatili tarihleri, diyanetin acikladigi mübarek günler gibi yillar öncesinden bilinmesine ragmen nedense tr biletlerinin alinmasi konusunda sahsima münhasir bir atalet söz konusu. 2 ay kaldigi halde sommerferien dönüs biletleri alinmis degildi (baska bir dönüsün gidisi olarak basel-istanbul biletimiz vardi allah’dan) bu gercek yukaridaki maraton karariyla birlesip, thy ucuk fiyatlariyla bizi bezdirmeye baslayinca lufthansa imdadimiza yetismisti; agustos’da münih aktarmali ist’a dönecek, 1 ekim’de de sebo ve efe berlin’den lufthansa ile direkt istanbul’a ucacak, ben de ayni günün sabahi easyjet ilen, karga kakasini yemeden basel’e geri dönecek, 1 hafta sonra istanbul’a gidecektim. alternatif rotalar, substitional planlar konusundaki yetenegim hedefe gidis disindaki parkurlari halletmisti? peki easyjet’in bile normal havayollari kadar fiyat cektigi berlin'e gitmek icin nasil bir cözümüm vardi? var miydi? elbette vardi dostum; deutsche bahn! cok güzel bir denk getirme ile 12:22’de bad bahnhof’dan kalkan ice’miz bizi 19:25’de berlin hauptbahnhof’a birakacakti; hem de 1.sinifta ve hic aktarma yapmadan. danamiz ile birlikte uzun bir tren yolculugu hedefimiz de böylece gerceklesmis olacakti (bir sonraki step gece treni ile uzak bir sehre gitmek, yatakli)

giris:
sayili gün cabuk gecer misali eylül’ün sonlarina yaklasmistik. danamizin bir yilda 2 (iki), ilkokul süresi olan 6 yilda da toplam 12 (oniki) olan izin günlerinden (hastalik haric bu rakamin benim zamanimda türkiye'de 15 oldugunu hatirliyorum. ama arkadaslarim 20 oldugu konusunda israrli ki su anda da 20 imis. canim ve güzel türkiye’m.) calmamanin sevinciyle, ögretmenine „efe’yi 28 eylül'de saat 11:15’de alacagiz“ notunu yolladik. „alabilirsiniz ama neden?“ cevabi geldi. „bir trene yetisecegiz de o sebeple son derse girmeden alalim istiyoruz“ dedik. „doktor veya baska randevular disinda bu sekilde erken cikmasini tasvip etmiyoruz. bu seferlik olsun ama bir daha dikkat edin lütfen“ fircasiyla kendimize geldik. isvicre gercegi bir defa daha bir tokat gibi hisettirmisti kendini. neyse toparlanmamiz cok uzun sürmedi ve almanya’nin isvicre topraklarindaki istasyonu olan bad bahnhof (basel’liler gare du nord da diyor kendisine) dan trenimize, tabii ki tam vaktinde, bindik.

alex de bizleydi.
yaratim sürecine hiiic ara vermedi.

e ucuyoruz neredeyse?
isvicre'de alman treni dakikligi; elbette dostum!
ayirttigimiz gibi masali koltugumuza oturduk ve hemen trenin rotasini gösteren brosürü incelemeye basladik, bunu interrail dönemimizden beri yapmayi cok severiz. hangi sehre ne zaman variyor, oradan hangi trenler  nerelere götürüyor insanlari, 14 saat süren yolculuk nasil böyle zamaninda baslayip yine zamaninda bitiyor… ögreniyoruz ki interlaken’dan gelip berlin ostbahnhof’a kadar gidiyormus trenimiz, ki bu da ayni tren ile otelimize kadar gitmek demek oluyor. ooo la la. bir taslan iki kus.

gelisme:
cogu zaman eglenceli, bazen gergin, bazen bezgin, yer yer kahkahali bir yedi saat sonunda, aile birligimizi dagitmadan berlin’e varmak hepimize cok iyi geliyor.
 

otele yerlesiyoruz, sms denen mucizevi aracla ekibin (birant, zehra, ayse, serkan, ….., murat, gülbin) yerini ögreniyor ve mekana akiyoruz (
www.meisterstueck.de). güzel bir bira ortami. öglenden beri orada oturan elemanlarin tavsiye ettigi biralar gercekten basarili. 0,75’lik siselerden genisce bardaklara garsonlar tarafindan bira servisi yapilmasi da güzel bir duygu imis. efe corbasina ilgi göstermeyip bizim sosilere atlayarak yakin gelecekteki tercihleri hakkinda bize mesajlarini veriyor. yemegin sonuna dogru ilsu da arz-i endam ediyor ve hizlandirilmis sehir turumuz berlin zentrum civarinda basliyor. check point charlie yöresinde efe’ye 2.dünya savasi , bitisi, almanya’nin ve berlin’in bölünmesi konularini anlatiyorum bildiklerim ve etraftaki enformasyon objelerine dayanarak. hitler’i daha önceki hikayelerden „deli alman“ olarak taniyan elemani gectim, benim icin bile yeni bilgiler var agzimi acik birakan. bayagi bayagi ülkeyi de baskenti de 4’e bölmüs adamlar savas ganimeti paylasir gibi. sonra bir sekilde dogudaki ruslar bakmislar olacak gibi degil, "duvari muvar dikelim de gecisleri durduralim yoksa burada kimse kalmayacak" demisler. hikayenin buralarinda bir anda efe’nin „iyi taraf - kötü taraf“ seklinde bir siniflandirmaya gittigini fark ediyoruz. ve diyoruz ki „neyin iyi neyin kötü oldugu disardan bakilarak bilinemez cekirge. tamam dogudakiler özgür tercihlerini yapamiyor, istedikleri gibi gezemiyorlardi ama onun yaninda her daim bir isleri, baslarini sokacak yuvalari, hastalandiklarinda gidecekleri hastaneleri ve okullari vardi. öte yandan batidakiler özgürlerdi ama cok siki bir rekabet icinde yasiyorlardi; an geliyor sokakta yasayanlar soguktan donup hastalaniyor ya da ölebiliyorlardi. bidi bidi bidi bidi…“ o’nun da aklina yatti bu yaklasim; „özgür olanlar, özgür olmayanlar“ diye böldü almanlari. turist fotomuzu da cekip rahatladik ve  geceyi planör karimin hedefledigi ama bir zincir oldugunu fark ettiginde üzüldügü einstein cafe’de kahve ve caylarimizi icerek tamamladik. otelimize giderken bindigimiz taksinin söförü, gelirken bindigimiz gibi türktü ve o da türkce radyo dinliyordu.

ertesi gün serbest zamanla basladi. maratoncular ve yancilari spor fuarina ve parkura bakmaya gittiler. biz kabadayilar, sebo’nun arastirmalarinin sonucu olacak east wall kalintilari boyu yürüyüsü tercih ettik (http://www.eastsidegallery.com/index.htm). sicak aylarda beach moduna gectigini tahmin ettigimiz bu ortamlar simdi bombostu. ama kalan duvarlarin uzunca bir bölümü buradaydi ve bir okazyon cercevesinde üstleri sevgi, baris, kardeslik, cicek, böcek motifleriyle doldurulmustu, gri-mavi gökyüzü altinda güzel enstantaneler yaratilmisti bazi yerlerde.
sanatcidan komik bir enstantane
sanatcinin özgün bir yerlestirmesi
iste o bretzel calma ani!
bir konuda kafa ütülüyorum ama ne?


tüm meymenetsizligi ile verdigimiz parayi alirken bile yüzü gülmeyen bir adamin mekaninda kahvalti yaptik. yagda yimirta ve mozarellali sandvic candir. poset cay da vardi. efe’nin caktirmadan aldigi bretzelin parasini vermek bile adami güldürmedi. yuh be arkadas.

 
ileride yüzen hostel önde kraliyet ailesi
yolun sonundaki floating (yüzen) hosteller ilgi cekiciydi ancak ben icine bakma enerjisini bulamadigim icin kendimde, kaldirimda bekledim. „keske“ dedim, „kahvaltiyi burada yapaydik!“ sonra „ulan“ dedim, „tek derdimiz bu olsun“.

oberbaumbrücke'yi casuslarin degistirildigi köprü diye yutturduk efe’ye; direkt yedi tabii ki. hatta genis yaya bölümünde ajancilik oynarken kahkahalariyla inletti gri berlin sabahini. söyle bir durup baktik köprüden; düsseldorf, londra, barselona, hamburg (daha canli goremedik ama olsun, referanslar kuvvetli) gibi berlin de nehir/deniz kenarini ne güzel bir dönüsüme sokmus. eski binalar, yenileriyle uydurulmus, kafeler, muzeler, calisma ve yasama mekanlari birbirine yedirilmis, suyun rahatlatan etkisiyle bir cazibe merkezi haline getirilmis. hadi bogazi gectim, halic bu is icin birebir bir mekan ama neyleyim öyle dönüsümü „bira yok kola verelim“ dedikten sonra garson arkadas.

metro biletimizi alirken bana hic yakismayan bir plansizlikla 3ümüze de ayri ayri günlük biletler aldim; halbu ki 5kisinin birlikte gezebilecegi ve bizim ödedigimizden daha hesapli günlük biletler de varmis; aman dikkat! hatta 5 kisinin 3 gün boyunca kullanacagi biletler de var galiba ama moralim bozuldugu icin artik onunla ilgilenmedim. interrail gezimizde görüp cok begendigimiz kilisenin oraya gittik. aslinda bu bir sado-mazo hareketti cünkü onu gören efe’nin en az 2 saatlik soru soracagi asikardi. maalesef (allahdan) kilise bakimdaymis, soru-cevap rezervlerimizi ileri etaplara sakladik. aval aval etrafinda dönüp bir seyler yemek icin mekan baktik, yedik. etrafta bir kac örnegini görmüs oldugumuz ampelmann ile de orada tanistik.

 


kendisi dogu berlin’in trafik isiklarindaki temsili insaniymis ve bir psikolog tarafindan tasarlanmis (al sana dogunun bir cinsligi daha) zamaninda. sonra akilli bir girisimci tarafindan kesfedilip ota-boka maydonoz (pardon) bir karakter haline getirilmis. cok da tatli olmus. yesil olani bereket tanrisi ile karistirilsa da bir acidan, sirin.
tüketen bir turistim



gercegi ve cakmasi
 
yemekten sonra obsesif karimin „yüksekten berlin manzarasi’na karsi bir seyler icilecek yer“ olarak belirledigi berlin teknik universitesinin cati katindaki cafeye gidiyoruz. ariyoruz. buluyoruz. ama o günün bir cumartesi oldugunu tokat gibi carpiyor yüzümüze kapidaki görevli.
bu hezimetten sonra plan yapma hakki bana geciyor ve ekibi itirazsiz nordbahnhof ortamlarina götürmek icin en kolay ulasabilecegimiz tasit olan otobüsün duragina gidiyoruz. o da ne? otobüs de direkt nordbahnhof’a gitmiyor mu? toplu tasimadaki bu tesadüfî sansimizi zorlamadan atliyoruz ve sehri üstünkörü geze geze variyoruz hedefe. biraz yürüdükten sonra duvarin kalintilari etrafinda olusturulmus acik hava müzesine eriyoruz. yeri gelmis duvarin izi üzerinde ince demir cubuklarla görsel bir güzellik saglanmis, yeri gelmis duvari gecmeye calisirken ya da baska bir sebeple duvar yüzünden ölenlerin fotograflari ile hikayeleri anlatilmis. duvarin sag tarafinda kacmaya calisirken vurulan ve tahminen ölen insanlari temsil ediyor 20cm capindaki cemberler, icin daraliyor.

duvarin "ölenleri anlatan" kismi



mutlulukla mutsuzluk arasindaki 28 yillik sinir



ayni cemberler sol tarafta kacip kurtulmus insanlarin ilk ayak bastiklari yerleri gösteriyorlar, icini bir sevinc kapliyor insanin; en azindan benim. bir gözetleme kulesi ve etrafindaki boydan boya duvar komplexi korunmus tamamen, etrafi yüksek bir duvarla kapatilarak. ki tam karsidaki müze binasinin http://www.berliner-mauer-gedenkstaette.de/de/ üstüne cikip olayin vahametine oradan hakim olunabilinsin diye. bu noktada efe iyi ülke, kötü ülke, mutsuz ülke, mutlu ülke ayrimina geri dönüyor cünkü insanlarin batidan doguya rahatca gecebilirken, dogudan batiya gecislerinde öldürülebildiklerini ögreniyor. ve bir de conrad schumann’in 1961’de kacarken cekilmis fotografi isliyor kafasina; „bir asker bile birakip kaciyorsa ülkesini“ diyor sanirim „o ülkenin iyi bir ülke olma ihtimali olmaz ki“. cetin mert’in hikayesinden bahsetmiyorum artik. daha fazla üzmeye, kafasini karistirmaya gerek yok danamizin.

pesi sira moraller yükselsin, havamiz dagilsin deyu potsdamerplatz’a akiyoruz. amac bir yerde oturup orjinal berliner yemek, kahve icmek. ama ne mümkün? en son köskös dunkin donuts’a girip oradan aliyoruz, kötü bir kahveyle yiyoruz plastik berlinerimizi. bulamiyoruz orcinalini.

gösteriden önce sekt icmezsek olmaz



cesitli okazyonlarla biraz daha vakit gecirip tek tasla vurmak istedigimiz kuslardan biri olan dans tiyatrosu gösterisine gidiyoruz. mekan (http://www.sophiensaele.com/index.php) cok hosuma gidiyor. bekleme salonunda isiklandirmalarin ince belli caybardaklarina konmus mummlarla yapilmis olmasi bir sekilde hosuma gidiyor. multi.kulti tam gaz. sonradan ögreniyoruz ki gösteri ekibinde (http://www.luckytrimmer.de/) oyuncular disindakiler ücret almiyorlarmis; kazanilan paralar mekan kirasi, teknik giderler vs’ye gidiyormus. yönetici „illa para yardimi degil, yiyecek icecek getirerek de devamliligimiza yardimci olabilirsiniz“diyor.

ekibin fransiz bilesenleri
tüm kadro
fuayede baslayan gösteri efe’yi oldukca etkiliyor. insanlarin vücutlarina hakimiyeti, müzikli müziksiz hareketlerin biribirine uyumu, a-ritmikligi vs… nereden anliyorum? kendi kendine alkislamasindan. cünkü keci beyimiz begenmezse degil alkislamak, parmagini bile kiprastirmaz.

cikista kosucularla bulusuyoruz bir „dünya mutfagi“ ortaminda. muhabbet güzel, bira-cider güzel ama yemekler, ictenlik, i-ihhh. bi daha zorda kalmadikca bu tür ortamlara gitmeyelim diyoruz kraliceyle. yemekler iyice endüstriyellesmis, tat-tuz kalmamis. mesaz kaygili paragraf biter.
sonuc:
sabah kalkip alexanderplatz’a akiyoruz. "ne yeriz? ne yeriz?" diye gezinirken bu tatilin kaderi dunkin cikiyor karsimiza yine. bagel arasi krem peynir, salam, peynir aliyoruz bize,cayla. uyuz danaya sade simit ve süt. birant-murat-serkan-ayse’nin tahmini gecis dakikalarinda seyirci olarak yerimizi aliyor ve basliyoruz beklemeye. murat takiliyor objektiflerimize
sn.murat kulak 10.km'de
10.kmde.hadiii hoop zehra ve ilsu ile bulusup 20.km’ye akiyoruz. orada ben digerlerini kaciriyorum ama yine murat’i yakaliyorum (bir isaret mi bu?) ve canli röportaj yapiyorum bu sefer.
 

sonrasinda biz mola aliyor ve müze adasina gidiyoruz. kahve-apfel strudel molasi sonrasi ben son bir sansimi denemek icin geri dönüyorum 40.km’ye. demirlerin arkasinda sakalli, kapsonlu ve süpheli bir sekilde etrafimdakileri rahatsiz ede ede sabirla bekliyor ve nihayet önlere geciyorum. sel gibi insan kosuyor karsidan, ne zor is takip etmek? sadece sag tarafa odaklaniyorum anlastigimiz gibi ama bu sefer de komple bir %60’ini kaciriyorum kosanlarin, icim huzursuz. kacirdik mi yine acaba? ve nihayet görüyorum birant’i; bagiriyorum “cok net” diye. bu gazla hizlaniyor ve 10 kisi daha geciyor sanirim. efenim?

efe and the alexander the great
kosu sonrasi bulusmak kolay degil. bir de elamanlar 4 saat kosmuslar arkadas; ne su kalmistir vücutta ne mineral. onlara bulasmiyoruz biz, kendi sakin planimiza dönüyoruz ama plan yok ortada. aktif annemiz bizi bergama müzesine sokuyor. 10 küsür yil önce gelmistik interrail yaparkene, bu sefer efe’yle geziyoruz. ayi gibi taslarin, tapinaklarin sökülüp getirilmis olmasi pek etkilemiyor gibi adami. ama yunan-roma-asur-sümer gibi ortamlar hakkinda sorularini da sormadan edemiyor, ki biz de yalan yanlis bilgilerle donatiyoruz kendisini.  müze pek büyük degil, 1 bilemedin 2 saatte bitiyor bizim standartlarimiz dahilinde; kulakliksiz ve tamamen amatör bakislarla.

müzeden sonra yürüyerek kitap agirlikli bir bit pazarinin icinden geciyoruz. berlin’in deresi kivrila kivrila kâh önümüze cikiyor kâh yanimizdaki köprünün altina saklaniyor. ileriden gelen müzigi takip ettigimizde karsimiza biraz yüksekce yerlesik bir kafenin altindaki genisce alanda tango yapan ciftler cikiyor. hafif serin (chilling) havaya aldirmadan dans ediyorlar, oturup soluklaniyorlar, sonra tekrar kalkip devam ediyorlar cogunlugu 40 ve üzeri yasli ciftler. o zaman tanimiyorum ama mardin yesilay baskani orada olsa ne düsünür acaba diye simdi düsünüyorum. iyice üsüyüp acikana kadar takiliyoruz. sonra tekrar yürüyerek bir gece once tiyatroyu izledigimiz yere yakin häckischermarkt’a oradan da oranienburgerstrasse’ye variyoruz. amacimiz söyle etnik, lezzetli ve dolu dolu bir yemek yemek. pek cok secenekten benim subliminal telkinlerim yardimiyla restaurant amrit denen hint restoranina cöküyoruz.
önce pilav
sonra curry
                

and action!
ama ne cökme? o kadar cok ve kontrolsüz söylemisiz ki, ben kendi adima bira icmedigim icin cok mutluyum, yoksa berlin devlet hastanesine gitmek zorunda kalabilirdim. dana zaten acili hint yemeklerini  agzi yana yana, icini ceke ceke öyle bir yiyor ki, gören her yemegi öyle yiyor sanar. görece erken yenmis yemek, birazcik yürüme ve otelde icilen cay; uyuyabilmenin kapilarini aciyor bana. yoksa sabah 04:30da kalkip ucaga yetismem hayal olarak kalabilir.


sabah otelin karsisindaki ostbahnhof’dan trenle direct havaalanina akiyor, easyjet’imle güzel ve kücük basel’ime dönüyorum. kralice ve dana aksama kadar takilip 22:00 küsürdeki lufthansa ucagi ile istanbul’a ucuyorlar, ama ogreniyoruz ki hem bekleme ortamlari cok kötüymüs hem de ucakta birak plastic makarna yemeyi; sadece sandvic ile gecistirmisler acliklarini… neymis? staralliance da olsa yeri geldiginde budget airlines ayaklarina yatmak olasiymis….
son söz: berlin güzel sehir. yasanir. bakalim efe üniversite’ye filan buraya gelirse, biz de akariz yanina. zaten dün sordum kendisine "londra, paris ve berlin'den ilk firsatta hangisine gidelim?" diye, o da berlin'i secti.... ;)
  

2 comments:

  1. berlin tabii ya, daha yapacak çok şey var orda! 'duvar' beni de çok etkiledi.
    berlin'i berlin yapan kafeleri değil o kesin ama serseri ruhlu, karizmatik ve koyu bakışlı bi adama nasıl karşı koyabilirsin!!! bak sen berlin'e, yine gidelim :)
    the queen

    ReplyDelete
  2. berlin hakkında yazdığınız kitabı okudum fırat bey. iyi ki birand vesile olmuş da gitmişsiniz oralara...duvarın yıkıldığı sene berlin'e gitmiş ve filmde de görünen köprüden doğu tarafına geçmiştik. henüz anlaşma imza aşamasında olduğu için, hafif 3,5 atarak geçmiştik öteki tarafa. şimdiki halini senin anlattıklarınla daha da bi merak ettim.
    kitabınızın en etkileyen bölümlerini de paylaşmak isterim:
    -"efe'yi 11.15'te alabilirsiniz ama neden?"
    -birandların ekibinde" ......" ile geçiştirilen kişi (kim olduğu okuyucuda merak uyandırıyor)
    -özgür olmalııı mı olmamalı mııı sohbetleri...
    -max ekonomik bilet alamayışın (artık şaşırtmıyor beni bu hallerin:)
    -duvar resimleri ve fotoları
    -bitmeyen hint yemekleri aşkınız

    efe'nin aklında en çok ne kaldı acaba berlin'le ilgili, merak ediyorum...

    ReplyDelete