Monday, January 2, 2012

garp cephesinde yeni bir sey yok...

mümkün olan proje lokasyonlari icerisinde fas, hele de kazablanka, hem görmek istedigim bir yer olmasi, hem de 3 saatlik ucus mesafesiyle oldukca iyi bir opsiyondu. gerci daha sonra o 3 saatin 3 yil gibi gectigi ucuslar yasamadim degil, ucusun tamaminda ellerinin bileklerden kesildigi hissini veren cigliklar atan cocuklar yüzünden ama olsun yine de geciyordu zaman bi sekilde; motor ve cevredekilerin sesinden duymakta zorlansam da bir film seyredebiliyor, kafam kontrolsüzce yana düsene kadar agzimdan salya akarak uykuya dalabiliyor, biraz da uctugum “budget airline”in aylik dergisine göz atarak variyordum hedefime. her seyahatim benim icin cocugum gibidir, onlari birbirinden ayiramam ama illa “hangisi?” diye sorulacak olursa, tabii ki 1.nin yeri apayridir.

normal sayilabilecek bir ucustan sonra kazablanka 5.muhammed havaalanina inmistik aksam 10-11 gibi bir saatte. ama öncesinde ucusun benim icin en ilginc tarafi –sanirim– ucus görevlilerinin take-off öncesi, normal anonslarina ek olarak bir de dua okumus olmalariydi. sanirim diyorum, cünkü icerigi tam anlamadim ama tonlama ve tanidik kelimelerden bu sonuca vardim. bir diger farkina varma olayini da tuvalette yasadim. iceri girince tam klozet seviyesinde bir yerde arapca yazilmis uyarilar vardi. bunlar büyük ihtimalle bir kullanim aciklamasi veya uyarisiydi. ama cocukluktan beri zihnime islenmis olan “arapca kutsal metinlerin dilidir” kabuluyle önce bayagi bi bocaladim; sonucta tuvalette kutsal bir sey olmamasi gerekiyordu default set-uplarima göre! neyse ki arapca konusulan bir ülkeye uctugumu simsek hizinda hatirlayip, bunu da kisiligimde büyük bir iz birakmayacak bir ceviklikle atlattim allah’a sükür.



aldik bavulumuzu elimize girdik terminale. git git git, sonunda geldik pasaport ortaminaaa. orasi da “fas vatandaslari” ve “digerleri” diye ayrilmis global trendi takip ederek. kulubeler güzel design edilmis, ferah bir görüntü veren, camin cokca ve yeterince kullanildigi hos objeler olmuslar. beklerken tepedeki lcd ekranlarda 5 dakikalik frekanslara sahip reklam döngüsünü izlemek bir sure icin ok de sonra bayiyor haliyle. neyse fazla beklemeden, daha dogrusu yandaki kontuar acilinca “hobaaaaa” diye oraya akarak sentetik de olsa bir öne gecme durumu yaratarak veriyorum tc pasaportumu görevliye. sirbistan’dan sonra buraya da vizesiz girebilmek güzel. adam önce, ucakta doldurdugum formu inceliyor (evet! fas da ingiltere gibi ülkeye girenlere ekstra bir form doldurtuyor. malum gidip iltica filan etmeyelim di mi?). pasaportcu amcanin sapkasi tabii ki kafasindan büyük. ve buna ek olarak, az gelismis, kompleksli ülkelerin ortak designerinin elinden cikmis soluk renkli, kasvetli resmî kiyafetiyle de eglencenin daha baslamadiginin sinyalini veriyor. netekim o formdan sonra aliyor pasaportu eline ve neredeyse her sayfasina bakarak ilerliyor da ilerliyor. nereye geldigimi, niye geldigimi az önce yüksek müsaadelerine arz etmis olmama ragmen bu uzamanin sebebini anlayamayan gözler ve mimiklerle nasil ilerleyebilecegimizi sormaya calisiyorum kendisine. neden sonra anliyorum ki; giris formuna isvicre’de oturuyorum yazdigim icin, bununla ilgili kaniti görmek istermis kendileri. “e be adam. onu yazmasam sen nereden bileceksin ve nereden isteyeceksin o belgeyi, pasaporta bakip alsana iste” demiyorum tabii ki. pasa pasa veriyorum oturum kartimi ve damgami alarak 1. etaptan geciyorum. bagaj alimina akan diger insanlari takip edip tam yürüyen merdivene gececekken; kiyafeti üzerinde digerinden daha da sakil duran baska bir memur elini uzatip pasaportumu istiyor. “e abicim az önce orada aldim damgayi iste daha ne kastiriyorsun” demiyorum tabii ki ve pasa pasa bekliyorum damganin da kontrol edilmesini (hala var mi bilmiyorum ama metro’dan cikarken de kapida faturanizi kontrol eden görevliler vardi. onlari saygiyla aniyorum). hizla merdivenlerden kayip, döviz bürosunda para mi bozdurup, disaridaki “taksi müzesi-mersedes’e saygi/50 yil oncesinin teknolojisi” bölümünden bir araba alip sigara-ter-eskilik kokulari icinde otelime gidiyorum. otel güzel bir yerde, okyanusa yakin. sabah kalktigimda penceremden okyanusu görebilecegim demek ki; 15 yil sonra yeniden...

resepsiyondan önce bodyguardlar tarafindan karsilanmis olmak, firtina öncesi hafif hafif sallanan yapraklarmis aslinda. kaydimi alan kisi o kadar guvenilmez duruyordu ki karsimda; belgrad’da arkadasimin yaptigi gibi “lutfen pasaportumun fotokopisini verin, burada birakmak istemiyorum” cikisini yapmak zorunda hissettim kendimi (ki belgrad’da yapmamistim). adam biryantinli saclariyla hic de tezat olusturmayan en sahte gülüsüyle “elbette. siz odaya gidin. bizimki bozuldugu icin ben fotokopiyi cektirtip, bellboyla 10 dakika sonra odaniza gönderiyorum pasaportunuzu” dedi. az önceki cümlede bahsi gecen bellboyla birlikte odama kadar gittik. iceri girerken ikinci isaret fisegi de atilmisti; duvarlari hafif titreten bir “dim-tiss, dim-tiss” ritmi ve onun gerisinden gelen kivrak arap melodileri. “e” dedim “nedir olayimiz, bu müzik nereden gelir?” “tam altinizda bizim lübnan restoranimizvar. cok güzel müzikler calarlar. begeneceginizi düsünüyorum” “hmmm olabilir. kaca kadar devam eder peki bu eglenceli ortam” “4 civari biter genelde” “ooo yee, ben bir resepsiyonu arayayim”

bos oda olmasini beklemiyordum tabii ama pasaportumu bekliyordum. o kadar cok oyaladi ki, o kadar guven vermemeye devam ediyordu ki, 40 dakika sonra bilfiil gidip kendim aldim beklendigi gibi. bu esnada da; fas’a giris yapilirken pasaportunuza bir numara yazildigini ve bu numaranin sizin fas’daki tüm kayit gerektiren islemlerinizde kullanildigini ögrendim ve maalesef ki benimki okunakli olarak yazilmamisti ve onu okumak icin de bi 5 dakika daha harcadik orada. neyse efendim; o gün, zaten pinpirikli olan ben 4e kadar uyuyamadan yatakta döndüm durdum.

ertesi gün ise otelin demografik yapisini daha net bir sekilde görebiliyordum; gerci 3 gece boyunca fas gayri safi milli hasilasinin %10’una denk geldigini düsündügüm –basta ferrari ve porsche- lüks arabalar bunu acikliyordu ama otel; paris bistro tarzinda bir restoran, yukarida bahsini gecirdigim lübnan lokantasi, bir acik hava bari, bu barin iceriye uzantisi füzyon bir café/restoran karisimi, en altta gece yarisindan sonra acilan kulübü ve mesleklerine ait tüm yapiskanligi üzerlerinde tasiyan bodyguardlariyla tam bir “vergilendirilmemis kazancinizi burada harcayabilirsiniz” mekani idi. bunlarin dogal bir sonucu (ya da sebebi) olarak da, berberî irkinin en güzel kadin ve erkekleri orada toplanmislardi. hele bir de anlam veremedigimiz hollandali bir manken toplulugu zuhur etti ki otelde, aman diyim.
ertesi gün odam degisti, gurultu biraz azaldi, tabii ki sifirlanmadi ama sayili gün cabuk gecer düsturu ile sineye cekip polyannacilik oynadim, bi gece lübnan’da bi gece de bistro’da yemek yedik, ki yemekler gercekten güzeldi. bu yemekler esnasinda ekibin fransiz’indan (ki o zaman daha boykot filan yok) hayatta ne isime yarayacagini bilmedigim ama bir o kadar da ilginc buldugum bilgiler ogrendim.

söyle ki:
1) zamanin birinde bir fransiz subay avusturya-macaristan imparatorlugunda hapse düsmüs. orada neredeyse her ögün bir sekilde patates yemek zorunda kalmis. ve serbest kalir kalmaz bu zebzeyi yaninda fransa’ya goturup krala tanitmis. hizli yetisen ve besleyici olan bu zebze fakir halk icin bulunmaz bir nimet imis. ancak bunu da tepeden inme bir sekilde halka dayatmamak icin söyle bir uygulamayi devreye almislar. efendim bu zebze özel tarlalara ekilerek, basina bekciler dikilmis ve denmis ki “aman bu kralin özel zebzesi. sakin dokunulmasin, iyi korunsun” ama öte yandan da bilincli olarak güvenlik zaaflari verilmis ki halk calip tadina baksin, kendi yetistirip yesin ve bir sekilde sinif atladigi zanniyla kalorinin dibine vursun…. iste buymus patatesin fransa’ya gelisinin hikayesi. “french fries ne ara, nasil olmus?” derseniz beni asarsiniz, bastan söyliyeyim.

2) yine zamanin birinde fransiz ve hollandali istilacilar antillere varmislar. ama ya yorgunluktan ya da lakayitliktan o toprak parcasi icin savasmak istememisler ve demisler ki; iki farkli taraftan yürümeye baslayalim. bulustugumuz nokta buradaki hakimiyetimizin sinirlarini belirlesin. ve ertesi gün (ya da bir kac gün sonra) sözlestikleri gibi baslamislar yürümeye ve siniri belirlemisler. bu noktada hikayeci fransiz “hollandalilar aksamdan kalmalarmis sanirim, siniri fazla genisletememisler” derken hollandali eleman da “ben de fransiz askerler bizimkileri kandirmis diye bilirim” demisti, kayda gecirmek isterim. ne de olsa insan evladi; cig süt emmis. biz gullit ve rijkard’a selam edip son hikayemize gecelim.

3) efenim fransiz krallarinin kardesleri -bunlara senyör denirmis- lüksemburg bahcesinin oradaki sarayda yasarlarmis. daha dogrusu o lüksemburg bahcesi senyörlerin sarayinin bahcesi imis.

4) bir de yasadigim bir hayal kirikligi ve fransiz arkadasin verdigi ruhsuz tepki geldi aklima, bunu da belirtmeden gecemeyeceyim. söyle ki: güzel bir aksam yemeginin ardindan menude gördügüm profiterolun üzerine atlayip (ki bizimkilere benzemeyen kadayif ve baklava deneyip hayal kirikliklarima bir yenisini eklemek istemiyordum)siparis ettim. ancak geldiginde ne göreyim? toplarin ici dondurma ile doluydu. ben kasigimi o tas gibi sert toplara vurur ve acimi icimde yasarken, o “e evet, profiterol dondurmadan yapilir”i en ruhsuz haliyle dile getiriyordu. “hadi len” demedim icimden, "gel seni bi inci'ye ya da manolya'ya götüreyim de gör nasil olurmus kremali profiterol" da demedim. hamurlarini yiyip, dondurmalari birakarak koydum kisisel tepkimi.

fas simdilik bu kadar. 2. bölümde yeni otel, dönüs yollari ve daha nicesi. azzzz sonra.
trailer olarak buyrun buradan yakin: http://youtu.be/Wo2Lof_5dy4

4 comments:

  1. akşama okuyorum seni, sakin ortamlarda kahve eşliğinde okunulası yazıyorsun fıradım:)

    ReplyDelete
  2. Duyarlilik sinirlerinin %90'i gurultuye gitmis! Nerere gitsen, hangi yastiga bas koysan tkirdiyolar talihsiz hunkarim.
    Fas izlenimlerini okumak guzel, lakin o donem yanina gelme konusunda isteksizligim bosa deilmis. Hem bazen insan kendi seyahat edince daha bi baska gozlemler deneyimler yasiyor. Ben de en son zurich havaalanindan giris yaptim memlekete! Pasaporttaki kadin polisin dogal guleryuzu, sari saclarindan cikan enerjisi bi turiste oh guzel seyler yasiycam burda diye dusundurtebilir cok rahat. O kadin polis aksama arkadaslariyla bulusup bi iki kadeh icip konusup gulusecek, haftasonu kaya programi yapacak

    ReplyDelete
  3. Lafimi kesmeyin lutfen....
    Kayak programi yapacak izlenimi verdi bana da. Bu arada fotograftaki cay mi? Cay istedi canim.

    ReplyDelete
  4. kitap okumuş gibi oldum:)
    çocukken ,ben de her arapça yazı gördüğümde kutsal bir yazı görmüş gibi dikkat kesilir ve hafif tırsardım, yalnız değilmişim:)
    pasaport - vize vs konuları, bende sınır kapısında hep stres yaratan faktörler olmuştur. kendimi potansiyel suçlu gibi hissederim, ööle hissettirirler belki de. halbuki bizim sınırdaki memurlardan farklı değil oradakiler de, ama gel de sen bana anlat uzak diyarlarda bunu...pasportuma giriş damgalarını bastıklarında "bakın ben masumum demiştim" size tadında ayrılırım yanlarından, hafif mağrur...
    pattes hikayesini sen anlatmıştın galba bize önceden?
    senyör olaydınız da lüksemburg bahçesinin sarayında yaşasak ne vardı?
    minik not: lütfen türkçe karakter kullanınız mirim, yok mu biilgisayarda türkçe karakter? türkçemize ayıp olmasın:)

    ReplyDelete